Bir minibüs geçti. Minibüsün içindeki insanlar yeni ve korkutucu bir haber almış gibi, durgun ve gergin Siyah’a dikkatle baktılar. Siyah yorgun düştüğü için yol kenarındaki taşa oturmuştu, taş buz gibiydi, üstelik kırıktı, batıyordu. Sanırım kirli de olmalıydı. En son hangi köpek işemiş, hangi sarhoş kusmuştu, bilmiyordu. Kaç yağmur yağmış, kaçı kurumuş, kaçı kuru kalmış, bunu bilemezdi. Kalktı, yürümeye başladı. Eve gitmek istiyordu, biraz uzanmalıydı, biraz çay, birkaç sigara içmeliydi. Uyuyacak gibiydi, rüya da görebilirdi, gördüğü rüyaları unuturdu, yaşadığını unutur gibi, sevgi ve duygularını, kızgınlık ve küskünlüklerini unutur gibi, unuturdu her şeyi. Bir seyyar satıcı, “Haydi patates, patates, patates!..” diye bağırdı, bir çocuk, “Anne bak palyaço!” diye haykırdı, bir polis öfkeyle düdüğünü öttürdü. Siyah şeylerin dışına çıkalıberi; dur bakalım, doğru kelime bu değildi, şöyle demek gerekiyordu: Siyah şeylerin dışına kaçalıberi daha hafif hissetmiyordu. Şeyler daha ağırlaşmışlardı. Daha dayanılmaz, daha küstahça baskılar kuran, daha acımasız bir kisveye bürünmüşlerdi. Kurtuluş sandığı her kapı kendi anahtarını kendi içinde kırıp, bir de utanmadan sırıtarak kırıtan bir şeyleri çekip çeviriyordu. Bazen susmak, bazen haykırmak istiyordu: “Sadece eve gitmek ve uzanıp uyumak istiyorum, bunca hengâmeye gerek yok!” Bir minibüs geçti. Minibüsün içindeki insanlar yeni ve korkutucu bir haber almış gibi, durgun ve gergin Siyah’a dikkatle baktılar. Siyah yorgun hissediyordu. Bir taşa oturup kalmıştı, taş buz gibiydi, kırıktı da, batıyordu. Kirli olduğunu tahmin etmek için deli ya da dahi olmaya gerek yoktu. Köpekler işemiş, sarhoşlar kusmuştu, yağmurlar yağmış, kuru kalmıştı. Kalktı, yürümeye başladı. Eve gitmeliydi, uzanıp uyumak istiyordu. Belki birkaç bardak çay içerdi, birkaç sigara tüttürürdü, uyuyup rüyalar görürdü. Kaybettiği her nesne belli biçim ve sırlarla kendini bir daha hatırlatır, bir daha unuttuğu şeyleri duyumsar, bir daha inkâr ettiği ve inkâr ettiğini bilmediği şeylere inanırdı. Bir seyyar satıcı, “Haydi patates, patates, patates!..” diye bağırdı, bir çocuk, “Anne bak palyaço!” diye haykırdı, bir polis öfkeyle düdüğünü öttürdü. Siyah varlık oyununu hakkıyla oynamadığına değil, belki bu oyunu herkeslerden daha ciddiye aldığına inanırdı. Fakat şu vardı, oyunu ciddiye almakla, kaşlarını çatmak aynı şey değildi. Bağırıp çağırmak, illâ köşe başlarına kurulmaya çalışmak, sövmek, gözlerini dört açmak, her nesne ve nedene binbir dikkatle, hafif ve nezih olan her şeyi, karın ağrıları ve baş belaları hâline getirmekle, şeylerin dışına çıkıp; sanırım şeylerin dışına çıkmak denemezdi, şeylerin dışına kaçmak daha doğru bir tabirdi; oyunu hakkıyla oynamak gerektiğini herkeslerden önce görmüştü. Fakat varlık oyunu kendi kapılarını, kendi kuyularını, kendi kutularını Siyah’ı düşünmeksizin ve kesinlikle aldırmaksızın kurguluyordu. Nanik yaptığını bile söyleyebilirdi. Oysa sadece şöyle demek isterdi: “Bir köşe! Tek bir köşe! Uyuyup kalacağım, sükunet ve suhuletle!” Bir minibüs geçti. Minibüsün içindeki insanlar yeni ve korkutucu bir haber almış gibi, durgun ve gergin Siyah’a dikkatle baktılar. Siyah yorgun hissediyordu, bir taşa oturmuştu, taş buz gibiydi, kırıktı da, batıyordu…
Görsel Kaynak: http://www.deyim.com.tr/ru/produkti/klassicheskie-kartini/41