Havaların ısınmaya başlamasıyla kendimi dört duvar arasında sıkışmış hissettim ve bu sabah uyanır uyanmaz kendimi sokağa attım. Pazar kuruluydu; meyve, sebze kokusu, insan cıvıltısı arasında amaçsız dolaşırken geçen yazı hatırladım. Birkaç haftayı Kuşadası’nda geçirmiştim. Bir arkadaşımla kalıyorudum. Evde iki çekyat , buzdolabı, çamaşır makinesi vardı. Bunlar bizim için günlük yaşamı sürdürmemizi sağlayan en temel şeyler ve daha fazlasına kimsenin ihtiyacı olmuyor. Sabahları mayoları içimize giyip sırt çantalarıyla evden çıkıp, gece uyumak için eve dönüyorduk. Plan yapmaya gerek yoktu, ne gelirse önümüze kabul ediyorduk. Sabahları belediye çay bahçesinde ya da plajda, parkta oturup kahvaltımızı yaptık. Simit, domates, zeytin yol üstünden aldığımız incir, elma o gün önümüze ne çıkarsa… Sonra akşam üzerine kadar yüzüyorduk. Denizden çıkınca kalan yiyecekleri yiyip akşama kadar şekerleme yapıyorduk. Parklar akşam üstü şekerlemesi için yazları cennet gibi. Çimlere serilmiş bir şalın üzerinde kestirmek, uzanıp palmiye dalları arasından göğe, denize bakmak…Gün batımını izlemek en keyiflisiydi. Hele ki sokak müzisyenleri gelmişse keyfimizi beş yıldızlı tatil köylerindeki turistlerle kıyaslamayın bile. Bazı günlerde eve gece 12 ye kadar uğramıyorduk. Ben et yemediğim için sokakta yiyecek bulmak zor olabilir sanıyordum. Öyle olmadı, yaz boyu taze meyve sebzeye doydum. Yemeklerden sonra kahve alıp kitap okuduğumuz çay bahçesinde biraz kişisel zaman veriyorduk birbirimize. Arkadaşım bu konuda çok anlayışlıdır, sürekli konuşmanızı ve ya ilgi göstermenizi beklemez. Kendi halinde, huzurlu birisiyle uzun süre baş başa vakit geçirmek oldukça keyifliydi. Sokakta yürürken denk geldiğimiz oda müziği konserine gittik bir gün, başka bir gün hiçbir şey yapmadık. Sadece sahilde çimlerde kitap okuduk, uyukladık, sohbet ettik. Sevdiğimiz insanları konuştuk, müzikleri, kültürleri, resimleri…Bol müzikli, amaçsız, kimsesiz ve özgür 2 hafta şimdi en özlediğim günler.
“Çingene şarkıları geride kaldı, şimdi bir çınlama gibiler tepelerin ardında…” Bu sevdiğim şiirin ilk dizeleri, durumumu özetler sanırım. Ayrılık acısı gibi elimden alınan özgürlüğümün yası. Bir an önce yollara dönmek istiyorum. Bunun için beklemek gerek, en azından yaza kadar. Siz de özgürlüğün, içinden geldiğince yaşamanın özlemini hissediyor musunuz? Her sabah uyandığınızda işe giderken aklınıza tatil günleri geliyor mu? Böyle hissettiğimde evden çıkma şansım yoksa çingene filmleri izliyorum. Özgür insanları izlerken kendi geleceğim için ilham alıyorum belki de… Şu dört duvara sıkışmışlık hissi bir nebze azalıyor.
Böyle bir filmden bahsetmek istiyorum, Korkoro /Liberte; adı özgürlük olan çingene konulu bir Tony Gatlif filmi. Cezayir doğumlu yönetmen aynı zamanda oyuncu ve anne tarafından çingene asıllı. Yönetmenin Gadjo Dilo, Swing ve Vengo filmleri de ayrı birer yazı konusudur. Farklı coğrafyalardaki çingenelerin yaşamlarını, acılarını ve mutluluklarını en güzel müziklerle aktarır bu Gatlif’in filmleri. Yabancılaştırılan, kimi zaman dışlanan ve hep yolda olan bu insanların her şeye rağmen neşeli olan yüzlerini görürüz, acılarını bile müzikle anlatırlar. Rengârenk yaşamları müziklerine de yansımıştır. . Söylemeden geçmemeli, Latcho Drom, Gadjo Dilo, Vengo, Swing adlı filmlerinin müziklerini kendisi bestelemiştir.
Tony Gatlif, 2009 yapımı bu filmde Nazi işgali altındaki Fransa’da yaşayan çingeneleri konu almıştır. Konusu gerçek olaylara dayanır. 1943 yılında Fransa’da göçebe olarak yaşayan iki milyon kadar çingenenin özgürlüklerinin elinden alınması ve bir kısmının katledilmesini anlatır. Film kimsesiz bir çocuğun göçebe çingeneleri takip ederken yakalanmasıyla başlar. Çingeneler ekmek çalan bu ufaklığı önce ayıplar, sonra aralarına alır, yemek verir. Taloş ufaklığa (küçük Claude) kimsesiz anlamına gelen “Çororo” ismini verir. Aralarında tatlı bir dostluk başlar. Filmde çingenelere göçmen kartları verildiğini sonra bu kartların ellerinden alınıp Fransa yollarında yolculuk yapmalarının yasaklandığını görürüz. Göçebelik yasaklanmıştır, bir eve yerleşip “Gajo” yani “çingene olmayanlar” gibi yaşamalıdırlar. Filmin buradan sonrası esaret mi başkaldırı mı sorunsalı üzerinedir.
Film boyunca Taloş’un deliliğinin altındaki çocuk yanını ve özgürlüğe olan bağlılığını görürüz. Tony Gatlif, bu özgürlük hissini Taloş örneğiyle damarlarımızda akan kan gibi hissettirir, Taloş gibi ormanlarda koşup ağaçlara sarılasınız gelir. Bu deli dolu karakteri canlandıran James Thiérrée, aktör olmanın yanı sıra kemancı, sirk göstericisi, tiyatro oyuncusu ve yönetmendir. Film içinde keman çaldığı bölümler eminim müzik severleri kalbinden vuracak. İlginç bir bilgi de kendisinin Charlie Chaplin’in torunu olmasıdır. Anne ve babası da sirk performansçısıdır. Bu ilginç aktörün kendisinden daha da ilginç bir karakterin altından nasıl başarıyla kalktığını bu bilgiler ışığında anlayabiliriz sanırım. Oyunculuk, müzik ve çingenelik kanında var desek abartmış olmayız. Sırf Taloş’u tanımak için bile olsa bu filmi izlemelisiniz. Bu adamın sözlerine kulak verin, “Suyu özgür bırakmak gerek!”
Çingene deyince akla gelen iki yönetmen, Emir Kustrica ve Tony Gatlif’tir benim için. Emir Kustrica filmlerindeki Goran Bregovic müziklerini çok severim. Acıyla birlikte güldürüyü de kullanır filmlerinde Kusturica. Tony Gatlif, doğal ve yalın gerçekliğiyle sunar çingeneleri. Her iki yönetmenin filmleri de izlerken yüzünüzde hem bir gülümseme oluşturur hem de gözlerinizi doldurur. Zaman zaman kalkıp oynayasınız gelir. Çingenelerin zaten dolu dolu yaşadıkları duygularını öyle müziklerle verirler ki, filmin akışına kendiniz kaptırır, kendiniz yaşamışçasına duygulanırsınız. Ola ki Korkoro’yu beğenir ve aynı hisleri ararsanız, bu iki yönetmenin tüm filmleri önerimdir.
Özgürlüğü hissetmek istediğiniz bir anda açıp izleyiniz. Yalın ayak çimlerde koşunuz, zincirleri kırınız. Özgürlük uğruna savaşlar verilen kolay ele geçmeyen bir fırsat…
Google Translator thinks Turkish is too difficult.
No matter how I use the translator, it is hard to see what the story is. Im sorry
Anyway, I support you for the non-English language community development.