Bizim Harari’yi eleştirilerimiz özünde ele alınan olgulara değil, o olguları açıklamak için kullanılan yönteme, teoriye ilişkindir.
Harari’yi bir eleştiri konusu yapmamızın nedeni de, gerek yeni kuşakların gerek bir zamanlar iyi kötü Marksizmle haşır neşir olmuş eski kuşakların aynı yöntemsel ve teorik yanlışlarla malul olmalarıdır.
Bu bilmeme ve unutmuşluğun sonucu bizim yazdıklarımızla Harari’nin yazdıkları arasında bir yakınlık, bir özdeşlik görmektedirlerr.
Biz, Harari’nin görüşlerini eleştiri konusu yaparak aslında hem Toplum ve hareket yasaları üzerine zerrece kafa yormayan yeni kuşakları, hem de bir zamanlar az çok böyle bir kavrayışla düşünüp hareket etmelerine rağmen bildiklerini unutmuş eski kuşakları, ortak temel yanlışları üzerinden eleştirmeye onların temel yanlışlarıyla mücadele etmeye çalışıyoruz.
Onların temel yanlışı, bu yöntemsel hata da özünde şöyle tanımlanabilir: Toplum’un ne olduğunu, toplumun ayrı bir var oluş ve hareket biçimi olduğunu ve onun tarihinin ayrı hareket yasaları olduğunu bilmemek veya unutmuş olmak. Toplumu biyolojik (veya psikolojik) kavramlarla açıklamak.
Bu sadece soyut veya akademik bir yanlış değildir, günümüzün en can alıcı sorunlarına ilişkin bir yanlış demektir. Bunun sonuçları Gezi’nin veya Hayır meclislerinin dağılmasından, HDP’nin başarısız politikalarına, dolayısıyla şu anki çıkışsızlığa ve umutsuzluğa yol açan bir yanlıştır.
Genel ve temel sorunlardan kaçılamaz. Onlar sizden daha hızlı koşarlar ve tam onlardan kaçıp kurtulduğunuzu sandığınız anda karşınıza aşılmaz bir duvar olarak dikilirler.
Örneğin HDP’yi ele alalım. Daha ilk “Çatı Partisi” girişiminde, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” kongrelerinde, bir program sorununu gündeme aldırma tartışma başlatma girişimlerimiz tüzük çiğnenerek engellendi.
HDP’nin atası olan HDK’nın ilk kongresinde iki sayfalık bir programı, gündemin program bahsinde bir alternatif program olarak okumamızı engellemek için yarım gün misafirlere selam konuşturması yaptırıldı.
Şimdi HDP’nin demokratik bir programı olmaması onun en büyük ve korkunç handikapı olarak ortada duruyor.
HDP, bunu aşmadan hiçbir şey yapamayacağını hala görmek istemiyor. İntihar ediyor.
Program sorunu böyleşdi. Ve program sorununu aşağıda görüleceği gibi Teori ve metod sorunu olduğu açıktır.
Taktikler mi?
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, toparlayıcı bir aday olarak Bekaroğlu’nu önerimizi gündeme alıp tartışmaya bile değer görmeyerek, Selahattin Demirtaş’ın emrivaki ile kendini aday göstermesini bir başarı olarak görenler şimdi panik içinde Gül’ü göreve çağırıyorlar.
HDP’nin bileşen hukukunu terk etmesi gerekir, herkesin bire hukukuyla eşit üyeler olması olmadan HDP’den bir şey olmaz dediğimizde bunu ciddiye almayıp tartışma gündemine bile koymayanlar şimdi örgütün iyi çalışmadığından yakınıyorlar.
Taktik ve örgüt sorunlarının kaynağında her zaman Program, program sorunlarının kaynağında teori, teori sorunlarının kaynağında ise yöntem, en temel kavram ve kategorilerin tanımlanması sorunu vardır.
Bu mantık nedeniyle biz, 70.000 yıl öncesinin Afrika’sını tartışırken, Bu günün Türkiye’sinin veya Ortadoğu’sunun yanlışlarının ve çıkışsızlığının köklerine yönelmeye çalışıyoruz.
Bu yanlışlar kökünden yok edilmediği takdirde, her kesilişinde yeni ve daha gür sürgünler verirler, masalların her kesilen başının yerine yedi yeni baş çıkan ejderhaları gibi olurlar.
Toplumun ne olduğu, onun hareket yasaları bilinmez ise, günümüzün sorunlarının nedenleri anlaşılamaz, anlaşılamadığı için çözümler, yani programlar, stratejiler geliştirilemez ve şimdi gerek dünya, gerek Türkiye’de olduğu gibi, bir çıkmaz içinde debelenip durulur.
Ve bu bir noktada hem bir ülke çapında veya tüm dünya çapında çürüme, bu çürümeler kendini besleyen, en küçük bir olumlu çabanın bile yeşeremeyeceği zehirle atmosferlere ve sonunda büyük yıkımlara, yok oluşlara yol açar.
Tarihsel bakımdan böylesine kritik bir momentte bulunuyoruz. Hem Türkiye ve Ortadoğu’da, hem dünyada durum böyle.
Bu nedenle insanın evrimi veya toplumun veya kültürün ne olduğu üzerine bu yazılar veya Harari şahsında bugün yaygın yaklaşımlara eleştirilerimiz, aslında bugünün en acil sorunlarına ilişkin son derece aktüel politik yazılardır.
Bunu bir örnekle somutlamayı deneyelim.
Örneğin bugün Türkiye’nin en can alıcı iki sorunu var: “Kürt Sorunu” ve “Hayat Tarzı” sorunu.
Bu iki sorun toplumu iki ve birbiriyle çelişen biçimlerde kesiyor.
Hayat tarzından dolayı muhalif olanlar genellikle Kürt sorununda sorunun kendisi olarak yer alıyorlar, Kütler karşısında “Türk milliyetçisi” durumundalar.
“Kürt Sorunu”ndan dolayı muhalif olanlar ise, “hayat tarzı”nı sorun edenlerin hep kendilerine karşı baskıcı tarafta yer aldığına bakarak onları ittifak edilecek değil, kendilerine karşı mücadele edilecek bir güç ya da taraf olarak görüyorlar.
Böylece her ikisi de aslında birbiriyle ittifak yapabilecek ve yapması gereken güç, hiçbir zaman ortak bir program ve strateji içinde bir araya gelip bir değişim gerçekleştiremiyorlar.
Bu sorunla yüzleşmeden ve Bunu halletmeden Erdoğan’a karşı mücadelenin başarısı ve bu başarının gerçek demokratik bir dönüşüme yol açması mümkün değildir.
O halde bu açmazın neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklamak gerekir? Sorun nerededir?
Örneğin bu iki farklı gibi görünen sorun nedir, nasıl tanımlanabilirler?
“Kürt Sorunu”nun bir “ulusal sorun” olduğunda herkes hem fikir?
Peki “hayat tarzı” nedir?
Bizzat bu adlandırma bile bu sorunun nasıl kategorize edileceğine dair bir fikir olmadığını gösterir. Örneğin hayat tarzı sorunu olanlara bu ulusal bir sorundur deseniz itiraz ederler. Kürtlere hayat tarzı sorunu da ulusal bir sorundur derseniz kendilerinin sorunun öneminin azaltıldığı gibi bir duruma kapılırlar. (Yani soruların ne olduğunun ve nasıl kategorize edilebileceğinin kendisi de bir sorundur.
Örneğin bunu yaratan bir “ilerici-gerici” “modernleşme veya gericilik” ya da kimilerinin sandığı gibi bir sınıfsal çelişki ve mücadelenin ifadesi mi?
“Hayat Tarzı”nı sorun edenler bunu bir ilerici-gerici veya modern-gerici zıtlaşması gibi görüyor ve böyle kategorilerle ifade ediyor. Buradan da gericilik inanç, din özdeşlikleri, diğer yandan ilericilik, bilim, dinsizlik, ateizm özdeşlikleri kurarak ve bunların üzerinden hem kendileriyle mesut ve mutlu oluyorlar hem de korkularından diğer tarafın güçlü ve çoğunlukta olduğunu bildiklerinden pek ala merkezi ve bürokratik ve de sözde “laik” yani hayat tarzının savunucusu olduğunu düşündükleri ordunun ve bürokrasinin savunucusu kesiliyorlar. Zaten Türklüğe, Trk bayrağına vs. sahiplenmeleri de özünde devlete yaranmak ve destek olmak “dinci gericilere” karşı akıllarınca bir ittifak kurmak.
Buna karşılık “gerici” denenler ise bu hayat tarzı isyanını, bir sınıfsal ayrım, devlete egemen olanlar, elitler, zenginler ile şimdi nihayet ona isyan etmiş halk arasındaki ayrım şeklinde ifade ediyorlar.
Tarafların kendilerini tanımlayışlarına, olguyu açıklamalarına ve bunun sonucu fiili bölünmeye bakarak, bölünmenin aslında ilericiliği, aklı, laikliği bayrak yapmış şimdiye kadar üstte yer almış ve devletle iç içe geçmiş üst ve elit sınıflar ile buna direnen ve İslam’ı bayrak yapan alt sınıflar arasında olduğu sonucuna ulaşmak ve hatta buradan giderek ezilenlerin direnişinin önderi olarak Erdoğan’ı görerek Erdoğan destekçiliğine bile varılabilir.
Bugün Erdoğan’ı destekleyenlerin önemli bir bölümü, özellikle alt sınıflar da bu görünüme bakarak onu desteklemektedirler. Böylece tam da bizzat bu “açıklama”ların kendisi kendini, kendini kanıtlamanın bir aracına dönüşmekte, kendini doğrulayan bir kehanet gibi olmaktadır.
Bu noktada da çözümsüzlük, bir Gordiyos düğümü, ortaya çıkmakta, bu çözümsüzlük de Erdoğan’ın önündeki yolu açmaktadır.
Ama bir de bilimsel kategorilerle, toplumu ele alan ve açıklayan bilimin kategorileriyle olaya baktığımızda “ulusal sorun” nedir? diye tanımlamaya kalktığımızda ne olur?
Örneğin, önce bildiğiniz şeyleri önce bilmediğinizi anlamakla başlamak gerektiğini görürsünüz. Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamakla işe başlamaktır.
Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunun aslında bilinmediğini ve sadece onların kendisinin ne olduğunu değil, neden bilinmediğini ve neden bilinmediğinin de bilinmediğini açıklamak gerektiğini görürüz.
Biraz konu üzerine derinleşirsek, ulusçuluğun ulustan önce geldiğini, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu, ulusların sınıflar gibi değil, dinler gibi toplumsal olgular olduğunu görürüz.
Bir adım daha atıp ulusçuluğun ne olduğunu tanımlamaya kalktığımızda bütün ulusçuluklarda ortak olanın “ulusal olanın politik olanla, yani devletle çakışması ilkesini savunmak” olduğunu ve ulusçuluğu böyle tanımlamak gerektiğini görürüz.
Sorun böyle tanımladığımızda, Türkiye’deki sorunun ulusçuluk değil, ulusun nasıl tanımlanacağına ilişkin bir sorun olduğunu görürüz.
Ulusal olanla politik olanın çakışması ulusçuluğun ilkesi ulusçuluk olduğuna göre ulus neyle tanımlanacaktır?
Ulus bir dille, dinle, soyla, ırkla vs. tanımlanabilir. Yani devletin yapısı.
Soruna böyle bakınca, bugün “hayat tarzı” denilip ilericilik ve gericilik veya ezilenler ve ezenler tarzında onu kategorileştirilen sorunun, aslında bir ulusal sorun olduğunu, yani ulusun nasıl tanımlandığı ile ilgili bir sorun olduğunu görürüz.
Bu sorunu yaratan, devletin ulusu tıpkı Türklük gibi bir dil, tarih, hatta ırk üzerinden tanımlaması gibi, aynı şekilde İslam ve onun bir yorumu üzerinden tanımlaması olduğunu görürüz.
Bu da bize otomatikman çözümü gösterir: ulusun bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla tanımlanmasına son vermek, yani bunların hiçbir politik anlamının olmaması, devletin dinsiz, dilsiz, tarihsiz, soysuz, ırksız, kültürsüz olması, bunların körü olması; ulusun bunlarla değil bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanması. Ancak böyle tanımlanmış bir ulusta tüm yurttaşlar biçimsel ve hukuki bakımdan eşit olabilirler.
Demokrasi de özünde budur.
Alevi’den, dinsizden, Hristiyan’dan, Şii’den, “laik”ten vergi alıp Sünni din adamlarına maaş ödemek, imam hatipler açmak, İslam dini ve tarihi okutmak, askerlere Müslümanlar gibi yemek duaları okutmak neyse; Kürt’ten, Rum’dan, Ermeni’den, Zaza’dan, Laz’dan, Çerkez’den, Gürcü’den vergi alıp okullarda Türk dili, tarihi, edebiyatı öğretmek de aynıdır.
Böyle bir sonuca ulaşıldığında bunu somut talepler veya değişiklik önerileri halinde formüle etmek gerekir.
Bu da şöyle ifade edilir. Devletin ya da politik olanın dil, din, ırk, tarih, kültür vs. den azade olması. Ya da tersinden ifade edersek yurttaşların dili, dini, etnisi, soyu, ırkı, kültürü, tarihi vs. nedeniyle hiçbir ayrımcılığa uğramaması.
Peki bu nasıl somut bir program metni ve somut talepler haline gelir?
Bir örnekle ifade edelim: herkesin istediği dili ana dile olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı.
Peki herkes ana dilinde hangi tarihi, edebiyatı, okuyacak?
Türkler Türk Tarihi ve Edebiyatı mı? Kürtler Kart tarihi ve edebiyatı mı? Eğer böyle olursa devlet kürtlüğü ve Türklüğü de tanımış olur. Bu tıpkı diyanette tüm dinlerden temsilciler bulundurulması gibidir. Ama bu politik olanın dinler karşısında kör olması değil, onları tanıması anlamına gelir. Yani yine çıktığımız yere, ulusal olanın ya da politik olanın bir dile, dine, soya, tarihe göre mi tanımlanacağı sorusuna geliriz.
Bu fiilen okulların ayrılması ve eşitsizliklerin artması anlamına gelir. Okulların ayrılması her zaman en gericilerin, ırkçıların savunduğu bir taleptir. Toplumu adeta kastlaştırır, böler ve bu bölünmeler üzerinde egemen sınıfların istediği gibi oynamalarına imkan verir. Lübnan bunun en tipik örneğidir.
O halde bu sorunun cevabının hayır olması gerekir.
Peki nasıl bir çözüm olur?
Herkesin ana dilinde aynı fiziği, kimyayı, biyolojiyi, astronomiyi, matematiği okuması gibi, aynı tarihi, aynı edebiyatı vs. okuması nasıl sağlanabilir?
Bunun bir tek yolu vardır: Her dilden, her dinden, her etniden, her kültürden tarihçilerin üoy birliğiyle yazacakları hiçbir dilin, inin, etninin, tarihi ve edebiyatı olmayan, hiç birinin damgasını taşımayan bir tarih ve edebiyatının okunması.
Ancak böyle somut bir talip ile ulus bir dille, bir dinle, etniyle, soyla, kütünle, tarihle tanımlanmamış, yurttaşların gerçek eşitliği sağlanmış olur.
Tabii buna uygun olarak diyanet diye bir şey olmaz. Buna uygun olarak bir Türk Tarih Kurumu veya Dil Kurumu olmaz.
Ama kendini Türk veya Kürt veya başka şey olarak kabul eden üç kişi bir araya gelip fikir ve örgütlenme özgürlüğü haklarına dayanarak, Türk veya başka bir dili ve tarihi korumak, geliştirmek, yaymak, yarışmalar düzenlemek vs. için birlikler kurabilirler. Devletin görevi sadece yurttaşların bu fikir ve örgütlenme özgürlüğü hakkını korumak olur.
Hemen görüleceği gibi, devletin demokratik hakların koruyucusu olması ile, ulusun nasıl tanımlandığı arasında bir kopmaz bağ vardır.
Peki Türkiye’de böyle demokratik bir ulusu ve ulusçuluğu savunan bir parti veya hareket, hatta bırakalım bunları, bir fikir akımı var mı?
Yok.
İşte bütün yukarıda sıralanan çıkmazların nedeni bunun olmamasıdır.
Bu olmadan var olan bölünmelerle bölünmek ve Gordiyosun Düğümünü çözmek mümkün değildir.
HDP var mı deniyor?
Hayır, HDP böyle demokratik bir programı savunmuyor.
O devletin Türklükle veya herhangi bir dille, dinle, tarihle, ırkla tanımlanmasına itiraz etmiyor, Kürtlüğün de tanınmasını istiyor.
“Statü” talebi aslında budur. Kürtlüğün Türklükle eşit olarak tanınmasıdır. Türklüğün statüsünün ortadan kaldırılması, hiçbirinin bir statüsünün olmaması değildir.
Yani HDP aslında programıyla demokrat bir parti değildir.
Çünkü demokratik bir programı yoktur.
Onun programı Türklüğün tanınmaması değil, Kürtlüğün de tanınmasıdır0
Sık sık HDP’nin neden bir şey yapamadığı soruluyor?
Buna verilen cevaplar kimilerine göre devletin baskısı olabiliyor.
Kimilerine göre PKK, HDP’nin güçlenmesini istemiyormuş?
Kimileri HDP’yi taktikleri ile, kimileri örgüt anlayışıyla, kimileri beceriksizlikle vs. eleştiriyor.
Ama bu eleştirilerin hepsi esas ve en can alıcı sorunda, HDP’nin neden bir alternatif üretemediği çükü demokratik bir programı olmadığı sorununda susuyorlar veya bunu hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyorlar.
Bu şunu da gösterir: HDP’nin destekleyicilerinin neredeyse tamamı da demokrat değildir ki onun demokratik bir programı olmamasında bir sorun görmemektedirler.
Peki onların demokrat olmamasının nedeni nedir?
Bunun metodolojik köklerine indiğimizde, Harari ile aynı kavrayışa ve metodolojik hatalara sahip oldukları ortaya çıkar.
Yani özünde bizim Harari eleştirilerimiz aynı zamanda bir HDP ve HDP’nin programında bir sorun görmeyenlerin eleştirisidir, HDP’yi demokratik bir programı olmadığı noktasından eleştirmeyenlerin kendileri de çözümün değil sorunun parçası olanların eleştirisidir.
Harari eleştirilerimiz özünde, Türkiye’deki muhalefetin programsızlığının ve çıkışsızlığının eleştirisidir.
Sıradan politikacılar, “pratik militanlar” vizyondan yoksun olanlar bunu anlayamazlar.
Onlar Lenin’in Ekim devriminden önceki günlerde dünyanın sorunlarının çözümünü niye Hegel’in Mantık’ının en soyut ve karmaşık bölümlerinde aradığını, en soyut mantık ve metodoloji sorunlarına yöneldiğini; Temmuz günlerinde kaçak iken niye en skolastik denebilecek ve bir arkeolojik kazıdan başka bir şey olmayan “Devlet ve Devrim” adlı eserini yazdığını anlayamazlar.
Onlar, Marks’ın neden yıllarca British Muzeum kitaplığında yakında kopacak bir devrim için çalıştığını anlayamazlar.
Onlar hızla akan olayların ardından nefes nefese ve kıçına bakarak koşar ve yetişmeye çalışırken bir şeyleri anlayıp değiştirebileceklerini sanırlar.
Onlar ileri sıçramak için geri gitmek gerektiğini; oku ileri atmak için yayı germek gerektiğini; örneğin bizim neden “yapay zeka”, “bitcoin”, “neandertal” üzerine böyle yoğunlaştığımızı anlayamazlar.
Evet, demokratik bir ulusun doğru dürüst bir tanımı yapılmadan ve somut talepler halinde bir program haline getirilmeden, Türkiye’deki sorunlara bir çözüm bulunulamaz ve Erdoğan’ın diktatörlüğü engellenemez.
Ama sorun sadece Türkiye ve Ortadoğu da değildir.
Dünya da yok olmanın kıyısındadır. Her an Trump gibi biri bir atom savaşını tetikleyebilir. Her an CO2 birikmeleri, zincirleme bir reaksiyonu tetikleyip, yer yüzünü en azından “yüksek” canlılar için yaşanmaz hale getirebilir.
Ama bunun için sadece demokratik ulusun ve ulusçuluğun programı ile Türkiye ve Ortadoğu’nun sorunlarına bir çözüm getirmek hiçbir şeyi çözmemektir aslında.
Ulusun ve ulusçuluğun kendisini acil olarak yeryüzünden silmeden hiçbir soruna çözüm bulunamaz.
Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu araştırdığınız zaman, ulusun ve ulusçuluğun aslında, modern toplumun dininin, veya yeryüzündeki tüm insanların biçimsel ve hukuksal eşitliğini savunan dinin içinde bir karşı devrim olduğu görülür.
Tabii bunu görmek için önce dinin ne olduğunu bilmek gerekir.
Dinin ne olduğu araştırılınca, aslında bugün dinin de sosyolojik bir olgu olarak bir tanımının yapılmadığı; var olan din tanımlarının epistemolojik veya hukuki tanımlar olduğu veya en sosyolojik gibi görünen din tanımlarında bile sınıf mücadelesi içinde bir ideoloji olarak tanımlandığı ama sınıfsız toplumlarda da din olduğuna göre aslında dinin de hala tanımlanmamış olduğu görülür.
Dinin ne olduğu tanımlanmaya kalkılınca, bugünkü modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olan ulusçuluk ve ulus dahil, bütün dinlerin toplumun sınırlarını çizdikleri insanlar arası ilişkileri düzenledikleri, sanattan hukuka, bilimden nasıl selamlaşılacağına kadar her şeyin din tarafından belirlendiği görülür.
Ama bütün bu bunların hepsi de özünde analitik olarak, ekonomi temeli üzerinde yükselen üstyapıdan başka bir şeyi oluşturmazlar.
Böylece Din denen olgunun analitik bir kavramla ifade edilirse, toplumun üstyapısı olduğu görülür.
Bundan, altyapıdaki değişmelerin üstyapıdaki değişmelere yol açacağına göre, bu üstyapıdaki değişmelerin, yani devrimlerin de aslında din değişimleri olacağı sonucu çıkar.
Böylece peygamberlerin, din kurucularının birer devrimci olduğu, din kavramı gibi devrim kavramının da sosyolojik olarak tanımlanması gerektiği ortaya çıkar.
Bu böylece bu günkü dünyanın ekonomi ilişkilerine uygun dinin, yani toplumun sınırlarının ve ilişkilerinin ne olacağı sorusu gündeme gelir.
Bir tek dünya ekeonomisi ve pazarı varken uluslar ve ulusçuluk buna en uygunsuz biçimdir. İlk yapılması, en acil olarak yapılması gereken şey: ulusal devletlerin ve ulusların yok edilmesi olmalıdır. Bir dünya cumhuriyeti, yani milliyetçiliğin temel ilkesinin terki, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddi.
Ulusçu olmamak ancak politik olanla (yani Devletle) nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın çakışması ilkesini reddetmekle olur.
Yani bir dünya cumhuriyeti için, insanların önce kendilerine karşı, Türklüğe, Kürtlüğe, ve bunların politik olarak tanımlanmamış biçimlerine ve bu amaçlara karşı savaşa girmesi gerekiyor
Bu günkü dünyada, uluslar ve ulusçuluk karşı devrimine karşı bir devrim veya ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddeden bir dinin, egemen olmasının en acil sorun olduğu sonucuna ulaşılır.
Yani bugünün insanlığının sorunlarının cevabı aslında ulusun ve dinin ne olduğu gibi teorik bir sorundadır.
Ama bu dinin ne olduğu sorusunun cevabı aynı zamanda toplumun ne olduğu sorusunun da cevabını getirir.
Çünkü yakından bakıldığında toplumun ne olduğunun da tanımlanmamış olduğu ne zaman ortaya çıktığı şeklinde hiçbir sorunun sorulmadığı veya bir varsayımın bile ortaya atılmadığı görülür.
Din toplumun sınırlarını çizen ve ilişkilerini düzenleyen üstyapısı olduğuna göre ve üstyapısız da bir toplum olamayacağından, dinin ortaya çıktığı yerde, yani yasağın ve yaptırımın ortaya çıktığı noktada Toplum’un da ortaya çıktığı sonucuna ulaşılır.
Toplum’un ne olduğunun tanımlanması aynı zamanda günlük politik mücadelelerle ilgisiz gibi görünen 70.000 yıl önce neden taş baltaların, diğer aletlerin birden bire hızlı bir evriminin başladığı; hepimizin niye aynı fiktif mitokondriyal Havva’dan geldiğimiz, niye başka insan türleri ve homo sapiens popülasyonlarının yaşamadığı, neden bugün yeryüzündeki insanların tek türden oluşan tem tür oluğu gibi sorunların cevabını da verir.
Görüldüğü gibi, önceki yazılarda tartıştığımız noktaya dündük.
İşte tam bu gibi nedenlerle, Toba Volkanının patlaması mı, beynin derinliklerinde bir mutasyon mu, yoksa ilk yasak ve yaptırımın ortaya çıkması; yani karşılıklı çıkara dayanan, basit bir toplama işlemi gibi olan sürüden, tümün çıkarını öne alan cebirsel bir toplam gibi topluma geçiş mi gerçekleştiği sorunları aslında bugünün Türkiye’sinde ve Dünyasında nasıl bir teoriye dayanarak nasıl bir programın çözüm olacağı sorununun tarihin açıklanması tartışmasında ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.
Biz bu yolu burada kısaca özetlediğimiz gibi tersinden kat etmiştik. Yani ulusun ne olduğundan dinin ne olduğunu ve toplumun ne olduğuna doğru.
Bu eleştiri ise, toplumun ne olduğundan ve ne zaman ortaya çıktığından günümüze doğru geliyor.
İster Harari’yi ister HDP’yi eleştirelim aslında hep aynı eleştiriyi yapıyor aynı sorunu tartışıyoruzdur.
Hangi metodolojik ve teorik temele dayanarak h-nasıl bir program ve böyle ir programa bağlı olarak nasıl bir strateji, taktikler örgüt ve mücadele biçimleri.
En soyut gibi görünen teori en somut pratikten baka bir şey değildir.
4 Ocak 2018 Perşembe
Demir Küçükaydın
[email protected]
Bloglar:
https://steemit.com/@demiraltona
https://demirden-kapilar.blogspot.de
Video:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı: