Koronavirüs Salgını Vesilesiyle Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler

in #tr5 years ago

2020-01-28_19-26-56.pngAşağıdaki yazıyı, yıllar önce “ Kuş Gribi” (Tavuk Vebası) salgını vesilesiyle yazmıştık. Şimdi yine benzeri “Koronavirüs” salgını var.
2006 yılında yazılmış olmasına rağmen yazı aktüalitesini koruyor. Sadece “Kuş Gribi” (Tavuk Vebası)” başlığını değiştirdik ve onun yerine başlığa “Koronavirüs Salgını Vesilesiyle” yazdık.
Bir de üslup ve ayrıntı düzeyinde bazı düzeltmeler yaptık.
Yazı “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler” başlığı ile yayınlanan kitabımızda yer alıyordu.
Kitabı indirmek isteyenler şu linkten indirebilirler: https://yadi.sk/i/lhdLoRpl3a9bs6
28 Ocak 2020 Salı
Demir Küçükaydın
[email protected]
https://demirden-kapilar.blogspot.com

Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması “Kıyamet alametidir” derlerdi.
Sanılanın aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi ve yaşanmış tarihten çıkarılmıştı.
“Tarihsel Devrimler”, yani uygarlıkların “Barbarlar” tarafından yıkılışları (Kıyametler) yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi .
“Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşları demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir; bütün bunların hepsi, egemen, üst ve zengin sınıflarda İbn-î Haldun’un “bedevilik” veya “asabiyet” dediği, ilkel komün geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka” geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti.
Ve bu “alametler” belirince de, o uygarlık, bir “kıyamet” ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim”, bir “Barbar akını”, bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya yazgılı olması demekti.
“Mene Mene Tekel Upharsin” (“Menetekel”) (Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom, Gomore ya da Lut, hep bu gidişin kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.

Şimdi de “bina ve zina”nın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya tehlikesinin kapının önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim.
Belli ki “Allah”, yoldan çıkan kullarını ikaz ediyor veya cezalandırıyor. Milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok.
Aslında derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa ve Toplum’un da, yani onun yasalarının ifadesi olan Allah’ın da yasalarına uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Nasıl, “doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekir”se ve itaat etmeyeni doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da), kendisine itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, semptomlar görülür (aklını başına toplaması için, “kıyamet alametleri”) yollar.

Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani bir toplumsal düzeni öneren; “Allah’ın elçisi” denilen, yani tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara anlatan, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını doğru olarak sezip buna uygun bir yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, kendi zamanlarının devrimcileriydi.
Modern çağlarda ise peygamberler gibi zulüm ve azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün peygamberleri, Tarihsel Maddeci yönteme dayanan sosyalistler, yani Marksistler oldular.
Ve nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da geleneğinden geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa; modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Luxemburg’lar, Troçki’ler, Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleyelim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahileri”, ne diyor? Onlara bakalım.
Marx, Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse; (yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (“Kıyamet”) aksi durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”) gerçekleşir diyordu.
Yani “Kullar”, yani insanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının, insanları Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vs. sistemin, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine, toplumun alt yapısına) denk olsun.
Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz?
Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilya mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avakadoları, Uzak Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır.
Eskiden her sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey bulunabilir.
Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler ve buna bağlı ekonomik ilişkiler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüştür.
Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor.
Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal sınırların kalkmış olması gerekir.
Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar gelir.
Bu günkü dünyada, üretici güçlerin bu gelişmişlik düzeyine uygun bir düzen, Allah’ın dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir.
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaketler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve toplum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; yani bütün devletleri ve sınırları yıkmak; kâr ve özel mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun; azami kârı değil, doğa yasalarını ve insanların ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır.
Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum yasalarına karşı duran, kâra tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet (insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdığımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kâr ekonomisini görürüz.
Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet Habercileri” dirler, yani bir sosyal devrim gereğini insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler.

Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlıyorlar.
Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve ilişkileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin tsunamiyi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez, son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın olmadığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda, lokal kalıyordu. Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini daha yüksek yerlere kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür alarm sistemi bile oluşturulabiliyorlardı.
Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal felaketler, var olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi.
Ve o nedenle de birer “kıyamet alameti”, yani toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.
Modern kapitalist toplumda her şey kâra dayanır. Ekonominin motoru daha fazla kârdır. Ama daha fazla kâr veya kâr oranı elde etmek için; iş gücünün fiyatının düşük olması gerekir. İş gücünün yetiştirilmesi, korunması ve yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir, dolayısıyla da o oranda yüksek kâr edilebilir; kâr oranlarının düşüş eğilimi bir ölçüde olsun dengelenebilir.
İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
Onun yeniden üretiminin masrafları azaltılarak.
İlk burjuva devrimleri olduğunda, devrimciler kendilerini tüm dünyada işleyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı.
Ama burjuvazi ve eski düzenin restore olan devleti bir karşı devrim yaptı ve bu fikirden ve idealden hızla vaz geçildi. Bu devrimlerin yayıldığı ülkeler, devrimin zaptettiği ülkeler, örneğin Napolyon’un ele geçirdiği ülkeler, Devrimin kurduğu düzenin eşit haklı yurttaşları olmadılar. Fransız ulusunun dışında başka bir ulus olarak görüldüler. İnsanların eşitliğinin yerini Ulusların, yani devletlerin eşitliği aldı. Fransız ulusunun yaşadığı yerlerin dışındakiler ya sömürgedir dendiler ve en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular.
Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak aktararak “anavatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün fiyatını düşük tutmanın, böylece kâr oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olması için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya gelip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz. Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına yol açar. Ve bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkelerdeki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur.
Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern yaşamın yol açtığı stres, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur, bir tür rektifiyeden geçirilir.
Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kâr oranlarındaki düşmeye karşı bir ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle “kitle turizmi” denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Dünün kendine yeterli balıkçılar ve çiftçileri, turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler.
Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır. Aslında yerli halk “turistik tesisler”de turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın “kültürü” diye turistlere sunulanlar, turistlerin zevkine uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk, otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretimim bile globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve oluşturdukları ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birdenbire bu felakete maruz kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar artık o otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda çalışmaktadırlar. Onlar da felaketi başka biçimde yaşarlar.
Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölgelerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa, bu, büyük zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir.
Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa, bütün bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur.
Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir ama diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon vs. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi fiyatları izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun bir toplum düzeni olduğunu var saysak, o zaman da tsunamiler olurdu.
Ama önce o dünya cumhuriyeti buna karşı uyarı sistemleri kurmuş olurdu.
Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz, o zaman da, sahillerdeki “tatil cennetleri” ve “cennet”lerde çalışan işçilerin ve yerli halkın cehennemleri olmazdı.
Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisleri ve aşırı şehirleşmeler olmazdı.
Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan, böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi “turizm”ler de olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları, kendilerine uygun davranmayan toplumu bir şekilde “ceza”landırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle felaketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı savaşa girmeleri gerekiyor.
Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan, muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve pazarları el geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban gidecekleri çok açıktır.
İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir.
Aslında Allah, yani doğa ve toplum yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini bir an önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük felaketler yaşayacakları için.

Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve İnsanın bulunduğu, en altta bakterilerin, mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır.
Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının (Teleonominin) ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır.
Şu beğenmediğimiz dinozorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünyada egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi. Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de devem ediyorlar. Memeliler ve insanlar yok olduğunda da var olmaya devam edecekler
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok küçük bir bölümü onlara “yaşam savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden, diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mikroplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında, tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırmış olur. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiçbir direncin oluşmadığı koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, “şerbetli” canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bugün yaşayan türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç tekrarlanmaktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir.
Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen milyonlarcanın üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün egemen olması hedeftir. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını arttıracak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üretilir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şekilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlı (örneğin tavuk) bir arada bulunmaktadır.
Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, herhangi bir hastalığın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açmasıdır. Bu durumda da hastalığın yayılmasını engellemek için toplu imhalar demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim. İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir.
Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve kar kaygısı snedeniyle korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için korkunç bir imha gerçekleştirmiştir.
Kâra değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide ise, bir tek işletmenin kârlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik ve yarar ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki verimlilik ilişkisi göz önün alınır.
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, olabildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada büyütülür, dünya pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu üretim biçimi irrasyonal olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek. İngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri Avrupa’ya ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de ithal edilmektedir. Bu tavukların da uzak İngiliz sömürgelerinden değil; Avrupa’dan ithal edildiğini varsaysak bile şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların kârlılıkları açısından bütün bu sonucu yaratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu tavukların bu seyahati için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları çevre tahribatları vs. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya pazarı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir.
Ama başka ve daha rasyonel bir düzen için, kâr ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini gözeten optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi gerekir.
Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretici güçlerin gelişme düzeyine uygun bir toplum düzenleri kurmadığında, örneğin hala kâr ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti alameti olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil, örneğin deli dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu.

Buraya kadar sadece ürünlerin imhası boyutuna kısaca değindik. Bir de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vs. de felaketleri pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen tropikal Afrika mağaralarındaki canlılar (muhtemelen yarasalar) olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu göstermektedir.
Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır.
Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o insansız bir yerde ölüm terk edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır.
Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çıkmaktadır.
Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları ve yayıldıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir. Hastalıklara karşı mücadelenin aracı olması gereken yerler, hastalıkların yayılışının araçlarına dönüşmektedirler.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan hastaneler böyledir.
Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani gerçekte var olan kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zenginlik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve felakete dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir.
Belki bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AİDS örneği ortada. Bugün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AIDS, Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Ayrıca Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kâr aracı yaparak bütün bu felaketin üzerine tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen “ilerici” hükümetler bile, Güney Afrika örneğinde görüldüğü gibi, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir var oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, kendi yaptıkları muadil ilaçlar için belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye devam etmektedirler.
Ancak, bunların yanı sıra, günümüzde hastalıklar, dünya pazarı için mücadelelerin; ulusal devletlerin mücadelesinin, ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bugün dünya ekonomisinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı Ülkeler ve ABD, Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak Kuş gribini, oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak için bahane olarak kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin ya hastalığı gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine yol açmaktadır.
Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi gizleme ve abartılı imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerdeki işletmeler ve halk, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de darbesine maruz kalmaktadırlar.
Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık anlamına gelmez.
Ama Geri ülkenin küçük üreticisi ya gizlenen hastalığın kurbanı olur, ya da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine düşer.
Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısında tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve devleti, önce hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı imhalara girişti ve birkaç tavuğu olan yoksul insanların soluk borusu olun birkaç tavuğunu da yok etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya çıkıyordu.
Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti.
Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek için bir vesile yaptı bu kuş gribini. Aslında kümes hayvancılığı, Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu, “ekonomi dışı cebir” ile olağan rekabet ile bile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan başka Batı başka yaşadı .
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı.
Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel Mülkiyet, kâr ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini, ulusal devletleri ortadan kaldırmaktır.
Kapitalizme ek olarak ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde, aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü kapitalizmin var oluşu için, ulusal devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler ayrımı sistemin devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir.
O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirmeyi hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere ve de nihai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kâr ekonomisine karşı bir mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır.
Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayanlar; onların uyarılarına kulak kabartanlar için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kâra, Özel Mülkiyete, hasılı Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2006 Perşembe

Sort:  

Öncelikle merhabalar;
Sizinle daha önce karşılaşmamışız sanıyorum. Şans eseri gördüm yazdığınızı. Gayette ilgi çekici bir başlık attığınızı görüyorum yazıyı okumaya başladığımda akıcılığı etkiledi. Ama yazının sonuna kadar gelemedim hatta itiraf edeyim yarısına bile gelemedim. Vu kadar uzun yazıları sadece kpss paragraf sorularında görür oldum ve onlarla da aram iyi değil :) şimdi yazıyı yarım bırakıyorum devam edeceğim. Şimdi profilinizi inceleme zamanı:)

Profilinizde verdiğiniz site çalışmıyor. Yazınızda verdiğiniz ise aktif. Öncelikle bunu hatırlatarak başlamak istedim. Çok derin düşüncelerle yazıyorsunuz. Yazıyı okurken içinde kayboluyorum ve ben bunu neden ve niçin okuyorum sorularıyla kendimi başbaşa buliyorum. O kadar detaylı yazmışsınız ki içinde kaybolmamak olanaksız. Diğer yazılarınıza da baktım. Steemit size pek yardımcı olabileceğini sanmıyorum