Ferdinand Hodlers’in “Hayat Yorgunları” isimli resmi ve Kıvılcım gazetesi davası sanıklarının ilk ve tek toplu resmiyle yaptığımız kolajın hikayesini bir yıldan az bir süre önce ölen Selim Ergunalp’in ardından yazdığım Selim’i Uğurlarken başlıklı yazıda kısaca anlatmıştım. O resimden iki kişi kalmıştık. Vedat Orakçıoğlu ve ben. Resimde iki uçta oturanlar.
Dün Vedat Orakçıoğlu’nun öldüğü haberi geldi. Şimdi o resimden son kalan olarak Vedat’ın anısına bir şeyler yazma görevi bana kaldı.
Bu, bir annenin ölen çocuklarını gömmesi gibi.
Bir anlamda “politik çocuklarımdı” hepsi. En azından hepsinin önce “Doktorcu” sonra da bir kısmının (Selim ve Vedat’ın) “Troçkist” olmasına vesile olmuştum. Benimle ilişkilerinden sonra hayatları olağan bir akışı bırakarak başka bir yöne akmaya başlamıştı. Dolayısıyla bir sorumluluğum vardı hep.
Aslında önce benim ölmem gerekirdi. Resimdekilerin içinde en sağlıksız, en sık ve ağır hastalanan bendim. Ama hepsi benden önce gittiler. Bana da arkalarından yazmak düştü.
Hepsinin benden önce gitmelerinin nedeni üzerine düşününce bir tek neden ortaya çıkıyor: Sigara.
Erol Atakan ve Selim Ergunalp akciğer kanserinden gitti, doğrudan sigarayla ilgili.
Vedat pankreas kanserinden öldü. Ölümünden biri iki gün önce pofur pofur sigara içiyormuş, niye içtiği sorulunca “Ben zaten ölmüşüm” diyormuş.
Ben de yıllar önce içtiğim sigaralardan dolayı mesane kanseriyim ve hala kontrol altındayım. Mesane kanserinin bir tek sebebi var neredeyse: Sigara. Kalbimde 11 Stent var. Damarların tıkanmasının baş nedeni de sigara.
Bin tek Dündar Erenler sigaradan ölmedi. Ama o da bir kazada gitti. Eğer kaza geçirmese ve yaşasaydı muhtemelen onu da sigaranın sonuçları bekliyordu.
Aslında sigaraya en erken (13 yaşında) başlayan, en sık ve yoğun sigara içen de bendim. Neredeyse otuz yıla yakın içtim. Yedek iki paket sigaram yoksa sigarasız kalacağım diye paniğe kapılırdım. Zincirleme içerdim. Zevk alırdım sigara içmekten.
Bir devrimci olarak, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “bedenim bana ait değil, o kamu veya vakıf malıdır. Ona iyi bakmakla görevliyim” diye düşünür, her akşam ertesi gün sabah sigarayı bırakma niyetiyle yatar, ama sabah bırakmayı ertesi güne erteleyerek ve de kendime kızarak yaşardım. Sigara sevgim ve bağımlılığım ile gerçek bir devrimci gibi yaşama isteği arasında bocalar dururdum. Ama sigara bağımlılığım ve sevgim her sabah devrimci gibi yaşama sorumluluğumun sırtını yere yapıştırır ve zaferiyle beni kendine köle ederdi.
Ancak kızım doğduğunda, annesiyle ayrı olduğumuzdan onu sadece hafta sonları yarım gün kadar alabildiğimde, şu dilemmayla karşılaşmıştım. Kızımla o kısa sürede olabildiğince yoğun ve çok birlikte olabilmek için ya kızımın yanında da sigara içecektim ve onunu sağlığını mahvedecektim ya da sigarayı bırakacaktım. Sigara mı çocuğumun sağlığı mı?
Sigara mı Devrimci görevler mi dilemmasında sigara kazanıyordu. Ne de olsa hayat benim hayatımdı. İstediğim gibi harcayabilirdim. Ama bu sefer başka bir insanın hayatı söz konusuydu. Elbette ikincisini seçmekten başka çarem yoktu. Yoksa sigarayı başka türlü bırakamazdım. Hele duvarın yıkılışı sonrası hayatımın en zor ve kötü döneminde.
Eğer sigarayı bırakmasaydım, kırk beş elli arasında resimdeki arkadaşlarım arasında ilk ölen olacaktım. Çocuğumun sağlığına karşı sorumluluğum sigarayı bırakmamı, Sigarayı bırakmam da damarlarımın daha geç bir tarihte tıkanmasını sağladı. Bu da kalp rahatsızlıklarının elli yaşından sonraya sarkmasına yol açtı, bu da krizde kalbin yeni damarlar yapmasına. Zincirleme bir neden sonuç ilişkisi.
Sonrasında da işçi sınıfının mücadeleleri sayesinde kazanılmış sosyal devletin hastalık sigortası ve tıbbın da yardımıyla, tıkanan damarlara stentler takılarak bugüne kadar yaşamama.
Çocuklara hayatı anne ve babaları verir. Bana bu son çeyreği çocuğum verdi sayılır. Çocuğum olmasaydı sigarayı bırakmayacaktım ve ölen arkadaşlarımın ardından, bir annenin çocuklarını gömmesi gibi, yazılar yazmak durumunda kalmayacaktım.
Vedat ile en son, ikimiz de hastanedeyken, telefonla görüşmüştük.
Benim kalbim teklemiş, durmuş, beyne kan gitmeyip düşünce, iki omur zarar görse de tekrar çalışmıştı ve hastanedeydim.
Arkadaşların “geçmiş olsun” aramalarında, aynı sırada Vedat’ın pankreas kanserinden yoğun bakımda hastanede yattığını öğrenmiştim.
Sonra telefonla konuşmuştuk. Artık uzatmaları oynadığımız, “çekmeden ve çektirmeden” ölmenin artık en büyük şans olduğu üzerine konuştuk.
Vedat Türkiye’de tıp fakültesinde okumuştu, durumunun ciddiyetini biliyordu.
İkimizden biri ölmeden, hastaneden çıkıp iyileşince ilk fırsatta İsveç’e geleceğimi, böylece son bir defa dünya gözüyle görüşebileceğimiz üzerine konuştuk.
Ama diğer rahatsızlıklar ve doktor randevularının çokluğu nedeniyle, o fırsat gelmeden Vedat gitti. Bu kadar erken beklemiyordum. Bu ay kontrol randevularını bitirir ve öyle giderim diye düşünüyordum. Acaba araya sıkıştırıp gidemez miydim? Olabilirdi ama gidince öyle ateş almaya gitmiş gibi de olmak istemiyordum.
Ölüm haberi gelince, yaşarken gidememiş olmanın suçluluk duygusuyla, hemen gideyim dedim, bir anma yapılacak demişlerdi, bari ona gideyim dedim.
Konuyla ilgilenen arkadaş, “hayır anma değil, gelmeyin. Cenazeye gelirsiniz, yarın nereye nasıl gömüleceği gibi konuları görüşeceğiz” dedi.
Almanya’da yaşayan Ağabeyi “bizim Bitlis’te artık kimsemiz yok. İsveç’te gömülebilir” anlamında konuşmuş. İsveç’te ise ölüm ve gömülme arasında birkaç hafta olurmuş. Bir sürü bürokratik işlemler gerekirmiş.
Bildiğim kadarıyla İslam geleneğinde fazla bekletmeden hemen gömmek vardır. Öyle anlaşılıyor ki, İsveç gibi nispeten daha az bürokratik ve merkezi bir devlet cihazının olduğu bir ülkede bile, bürokrasi ölümden sonra da insanın peşini bırakmıyor.
Ama sadece modern merkezi ve bürokratik devlet değil, modern sanayi değil, globalleşme de yaşamlar gibi ölümlere de damgasını vurmuş.
İstanbul ve Ankara’da katıldığım birkaç cenazede şaşkınlıkla görmüştüm. Mezarlıkta onar onar kılınan cenaze namazları, sonra yakınlarının arabalara atlayarak gömülecekleri yerlere gitmeleri, mezarlıktaki trafik sıkışıklıkları… Bütün bunar modern bir sanayi fabrikasının ve şehrinin örgütlenmesini gerektirir.
İnsanların aynı köy, kasaba veya kentte doğup, yaşayıp öldüğü ve gömüldüğü günler artık büyük çoğunluk için geçerli değil. Artık sadece aynı ülkedeki başka bölgeler ve kentler değil, başka ülkelerde doğmak, yaşamak ve ölmek söz konusu.
Vedat Bitlisliydi. Şimdi orada onu gömebilecek bir yakını bile yokmuş. Ağabeyi Almanya’da yaşıyordu. Bir oğlu vardı. Ama o da bir İsveçliydi.
Tanıdığım insanların çoğunun durumu böyle.
Sadece üretimin, ticaretin, yaşamın değil ölümün bile böylesine globalleştiği bir dünyada uluslar ve ulusal devletler insanlığı boğuyor, onun yeryüzüyle ve kendiyle barışık yaşamasını engelliyor.
Ama bu gerçek ve bu gerçekten çıkan uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleye girmek gerektiği sonucu bilinçlere o kadar uzak ki… Muhtemelen bu uzaklık insanlığın sonunu getirecek.
Öyle görülüyor ki, belki daha birkaç nesil sürer ama, insan türü uzatmaları oynuyor. Yeryüzünde yaşamış türlerin yüzde 99,9’u zaten yok olmuş. Tek türden ibaret kalmış insan yok olursa ne olur? Belki “çok çekmeden ve çektirmeden” tükenmesi daha iyi bile olabilir.
Halbuki bütün toplumsal teorilerin ve davranışların ardında insan hayatının yaşanmaya değer olduğuna dair gizli bir varsayım yok mudur?
Tüm yaşamımızı bu varsayım için adamadık mı?
Şimdi bu varsayımın kendisi bile tartışmalı hale gelmiş bulunuyor.
Bizzat bu durum bile Homo Sapiens için çanların çaldığını gösteriyor.
1967-68 dönemi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji (gece) bölümünde okuyorum. İlk yılım. Gündüzleri Beyazıt Meydanı’ndaki Beyaz Saray Çarşıları isimli iş hanındaki bir muhasebecide 200 TL aylıkla sabah sekiz akşam sekiz boğaz tokluğuna çalışıyorum. Tek avantajı, akşam derslere katılabilmem.
O zamanlar bir ara sokakta bulunan Vefa Bozacısı’na giden yola yakın, eski püskü, terk edilmiş, altta bir üstte iki odası bulunan bir evde 60 liraya bir yatak bulmuşum. Geri kalan 140 lirayla, (90 kuruş çorba veya kuru fasulya, 10 kuruş ekmek, her öğüne bir lira) sabah işkembe çorbası, öğlen kuru fasulye, akşam mercimek çorbası ritmiyle yaşamaya çalışıyorum.
İşte o kaldığım evde ikinci katta benimle iki Kürt çocuk, alt kattaki tek odada da Vedat kalıyordu. Vedat ile orada tanıştım. Hatta diyebilirim ki, Vedat benim tanıdığım ilk Kürt’tür. Şimdi Kürt meselesi gündemi kapladığından herkes Kürt nedir biliyor. Ben Ege bölgesinde büyümüş bir insan olarak Kürt’ü Türk gibi bir şey sanırdım. İkisi de aynı harflerden oluşuyordu sadece baş ve son harfleri yer değiştirmişti. Her aynı şeyin farklı ve yakın biçimleri veya adlandırmalarıdır diye düşünürdüm. Kürtçe diye bilmediğim ve anlamadığım bir olduğunu bile bilmezdim. Lisedeyken bir askerlik öğretmeni Kürtler hakkında kart kurt hikayeleri anlatmıştı ama pek üzerine düşünmüşlüğüm bile yoktu.
Bu evde kalan diğer üç kişi birbirleriyle Kürtçe konuşuyorlardı. Anlamadığım bir dildi. Kürtçenin ve Kürtlüğün baskı altında olduğuna dair en küçük bir fikrim bile yoktu. Aralarında Kürtçe konuşmalarını, nazik olmayan, benden gizli bir şeyleri konuşmak gibi algılıyordum. (Elbet bir baskının olmadığı, herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu, resmi bir dilin olmadığı, dilin hiçbir politik anlamının olmadığı bir toplumda ve dünyada böyle bir sorun da vardır. En azından herkesin anladığı bir dilde konuşmak böyle bir dünyada bir nezaket sorunudur. Ama ben, tabiri caiz ise, böyle bir dünyada yaşadığımı sanıyordum. Bu nedenle benim de yanlarında bulunduğum zaman aralarında Kürtçe konuşmalarını benden gizli bir şeyler konuşuyormuş, bana güvensizlik ifade ediyorlarmış gibi algılıyordum.
Bu çocukların hepsi çok dindardı ve sıkı Müslümanlardı. Ben ise sosyalist ve ateist. Tabii konuşmalar, tartışmalar bir süre sonra, sosyalizm konusuna geliyor takılıyor ve bu konuda tartışmalar yapıyorduk. Diğerleriyle pek değil. Onlarla hiçbir dalga boyu tutmuyordu. Ama Vedat ile sürekli tartışıyorduk.
Şimdi düşününce bunun nedeninin Vedat’ın şehirli olmasına bağlıyorum. Bitlis ne de olsa bir şehirdi, İstanbul’da Vefa lisesinde okumuştu. Bu kültürel arka plan, zıt da olsa aynı dalga boyunu yakalamamızı sağlıyordu muhtemelen. Tabii bir de Tıp fakültesindeydi ve FKB (Fizik Kimya Botanik) okuyordu o zaman.
Bazen imkânım olursa bir hovardalık yapar, ucuz bir Güzel Marmara şarabı alıp içer ve Nazım’dan şiirler okurdum. Benim teorik argümanlarımdan daha çok ilgisini çekmişti bu şiirler Vedat’ın.
Özellikle “895 Numaralı katarın üçüncü mevki vagonu, üç yolcu var, Felaket Sefalet ve Memet” diye başlayıp Tren düdüğü gibi uzatarak, “uzuuuun düdükler öter Memedin üzerinden medeeeet medeeet” diye sürdürüp, “uzun raylar gider memleket memleket” diye rayların ek yerlerinin ritmiyle devam edip, trenin çuh çuh yapması gibi “Memetçik Memet Memetçik Memet” diye tekrarladığımda Vedat’ın gözlerinde bir parlama görürdüm.
Bu şiiri çok sever bana sık sık okuturdu. Ama dindarlığı ve siyasi görüşlerinde milim değişme olmazdı. (Şimdi şiiri artık unuttum tamı tamına doğru mu yazdım onu da bilmiyorum. Belki internettte arama yapar ve kontrol edebilirim ama ona da üşeniyorum.)
Sonra o ev yıkılacak dendi ve bizleri çıkardılar. Birbirimizi aylarca görmedik. İstanbul Üniversite işgalleri olduğunda, nöbet tutmaya gittiğimde o evde berber kaldığım üç Kürt arkadaşı da nöbet tutarken görünce şaşırmıştım. Hepsi de işgallere katılmıştı, sosyalist olmuştu. Şimdi nöbet tutuyorlardı. Beni görünce gözlerinde parlamayla “bak biz de sosyalist olduk” dercesine bakıyorlardı. Tam bir sürprizdi.
Rüzgar o zamanlar sosyalizmden yana esiyordu. Birkaç hafta içinde genç insanların onlarca, yüzlercesinin sosyalizm saflarına geçtiği görülüyordu. Bunun hep böyle olacağını sanıyorduk o zamanlar. Bunun tarihin gidişinde istisnai bir dönem olduğunun farkında bile değildik.
Diğer ikisini bir daha görmedim ama Vedat’la zaman zaman karşılaşıyorduk. O artık bir devrimci ve sosyalist militan olmuştu.
Tabii böyle olunca da faşistlerin hedefi haline gelmişti. Faşistler Vedat’ı önlerinde bir engel olarak gördüklerinden, kaçırıp Edirnekapı yurduna götürüyorlar, orada işkence yapacaklar ve muhtemelen de öldürecekler. Vedat nasıl olduğunu şimdi unuttuğum bir şekilde onların bir ihmal ve tedbirsizliğini kullanarak kaçıyor, işkence ve ölümden kurtuluyor. Tabii bütün bunlar Vedat’ı daha bir biliyor.
Bu dönemde bazı rastlantısal karşılaşma dışında fazla bir kontağımız olmadı. Ben de zaten Üniversite devrimciliğinden uzaklaşmış, ya Aliağa’da işçiler arasındaydım ya da gerilla savaşını öğrenmek için Filistin’de.
12 Mart geldikten sonra ise zaten kimse ortalarda yoktu. Ben de fabrikalarda ve işçiler içinde çalışıyordum. Dükkândan bozma gecekondu odalarında yaşıyordum.
Daha sonra TSİP’i kuracak olan “ekip” ile uyuşamadığımdan bir tür tasfiyeye uğramıştım. (Bu dönem ve tanıklığına ilişkin “TSİP ve TKP-B’nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı (Arkeolojik Bir Kazı)” şu adresten indirilip okunabilir: https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAS0I0UjRRWm9rRUU )
Sonunda onlarla kopuşup kendi başıma yol alma kararı aldım ve onların görüşlerine eleştiren bazı yazılar yazıp, daktiloyla çoğaltarak örgütlenme çalışmalarına başladım.
Bu arada kalacak yer arıyordum. İşte bu sırada Vedat’a tekrar rastladım. THKP-C sempatizanıydı, onun kalıntılarıyla, daha doğrusu yeni jenerasyonuyla ilişkisi vardı. Bitlis yurdunda yöneticilik yapıyordu. Cemal Bayseferoğlu ile birlikte Bitlis yurdunda kalanların iki doğal önderi ve yöneticisi gibiydiler. Bana yurtta kalabileceğimi söylediler. Ben de orada kalmaya başladım.
O zamanlar birçok şehrin birer yurdu vardı, İstanbul’da üniversitede okuyanlar için. :itlib yurdundaki bütün Kürt çocuklar, Denizlerin, Mahirlerin örneğinden etkilenmişlerri, hemen hepsi sola, sosyalizme sempati duyuyor kendini .in devrimci olarak görüyordu.
Kocamustafapaşa, Fındıkzade civarında Niğde, Divriği gibi faşistlerin ve daha doğrusu MİT’in kontrolünde ve desteğinde yurtlar vardı. (Örneğin Divriği yurdundakiler, kimi “ağabeylerin” yönlendirmesiyle Samatya gibi Ermenilerin yoğun olduğu semtlerde, duvarlara “Kazım Karabekir geliyor” gibi yazılar yazarlar ve Ermeniler üzerinde terör estirmeye çalışırlardı.) İşte bunların ortasında, bu yurtlar tarafından kuşatılmış Bitlis yurdu o 12 Mart döneminin karanlıklarında, bütün o faşistlerin kontrolündeki yurtların terörüne karşı duruyordu ve hepsini sindirmişti.
Aslında burada şunu belirtmek gerekir. Üniversitelere devrimcilerin egemen olmasında Kürtlerin örgütlülüğü, dayanışmacılığı ve silahlı oluşunun önemi ve etkisi üzerinde pek az durulmuştur. Üniversite işgallerinde ve sonrasında Laleli’deki Diyarbakır yurdu en önemli destekti. 12 Mart döneminde benzeri işlevi de Bitlis yurdu görmüştü. Keza diğer yurtlarda kalan Kürt çocukların da desteği unutulamaz.
Vedat ile tartışıyorduk. Ben “doktorcu”, o “cepheci”.
Ben işçi sınıfı içinde çalışmaktan, teoriden, bir devrimci parti olmadan bir şey olmayacağından, Parti’nin ise ancak aydın ve işçilerin kaynaşmasıyla oluşabileceğinden söz ediyordum.
O Denizlerin, Mahirlerin örneğinden hareketle suni dengeyi bozmaktan, silahlı savaşın gerekliliğinden ve öneminden söz ediyordu.
Beni cepheci tanıdıklarının oturduğu apartman illegal apartman dairelerine götürüyor, oradakilerle tanıştırıyor ve onların beni ikna etmelerini bekliyordu.
Bu evlerde genellikle, çok önemli ve yakında büyük eylemler yapacak havalarda, sürekli silahlarıyla birlikte oturan ve dolaşan gençler vardı. Tabii çok keskin sözler ediyorlardı.
Ben ise onlara genellikle, gelip benimle gecekondu semtlerinde kalmalarını, işçiler arasında çalışmalarını öneriyordum.
Tabii hiç birisi bu gibi uzun ve sabır isteyen, kaloriferli apartman dairelerinde değil ama elektriği ve suyu bulunmayan gecekondulardaki bekar odalarında, öğrenci ortamının havasından ve çekiciliğinden yoksun yaşamaya gelemiyorlardı.
Böylece benim pasifist kendilerinin çok devrimci olduklarına dair argümanlar fiilen geçersiz oluyordu.
Vedat o çevrelerle, beni ikna etmeleri için tanıştırmıştı ama bu sefer kendisi bizzat onları da daha yakından tanıdığı için, giderek onların keskinliğinin boşluğunu ve aslında daha rahat bir hayatı ve kolay devrimciliği örttüğünü görmeye başlamıştı. Giderek bana karşı daha olumlu yaklaşıyor, dediklerime daha bir dikkat ediyordu.
Bir süre sonra Vedat, Cemal ve ben bir tür üçlü gibi olduk. Her şeyi birbirimize danışarak yapıyorduk. Bitlis yurdu zaten bizim kontrolümüzdeydi ve bu yurt dolayısıyla neredeyse bütün yurtlar ve okullarla bir şekilde bağımız bulunuyordu.
Örneğin sağcıların, muhtemelen MİT’in desteğinde, üniversitelere sağcıları yerleştirmek için elde ettiği Üniversite imtihanı sorularını biz de ele geçirmiş, bir gecede bütün devrimci yurtlara ve öğrenci evlerine dağıtabilmiştik. Muhtemelen biz bunu başarabildiğimiz ve devletin veya sağcıların oyununu bozabildiğimiz için o seneki ilk imtihan iptal edilmişti.
İkincisinde ise, yem olarak yanlış cevapları yaydılar. Biz yine de her ihtimale karşı yem olabileceklerini belirterek bütün yurt ve evlere yine dağıtabilmiştik.
Bu sırada yine Bitlis yurdundaki arkadaşlar aracılığıyla, Filistin’den dönerken yakalandığımızda, Nizip’te yatarken bizi ziyarete gelen mahalli devrimci Gençlerden şimdi artık Vatan Mühendislik’te okuyan Dündar Erenler ile karşılaştım. O da Fındıkzade’de diğer iki arkadaşıyla bir öğrenci evinde kalıyordu. Benim pek yatacak yerim olmadığından çoğu zaman onlarda kalmaya başlamıştım. Onlarla da tartışıyordum. Yazdığım yazıları okumaları için veriyordum. Beni bir gazete çıkarmaya teşvik ediyorlardı.
İşte o “hayat yorgunları” kolajında yer alan Erol Atakan ve Dündar Erenler, beni gazete çıkarmaya teşvik eden, aynı evde kaldığım iki arkadaştı.
Bir yandan üniversiteler ve çevresiyle bu ilişkideydim, diğer yandan aynı zamanda 12 Eylül döneminde öldürülen Kenan Budak ile, Zeytinburnu ve o zamanlar İstanbul sanayiinin nakledildiği Çerkezköy’de örgütlenme çalışmaları yapmaya çalışıyorduk.
Bunların yanı sıra, daha sonra TSİP ve TKP-B’yi kuracak kerameti kendinden menkul “ekip”in harcadığı, kenara ittiği, tecrit ettiği Kıvılcımlı’nın Sosyalist gazetesi çevresinden kalanları bir araya getirmeye çalışıyordum.
Bütün bu çalışmalar bir süre sonra meyvelerini vermeye başladı. Vedat ve Cemal de benzer görüşleri savunmaya başlamışlardı. Kenan’la kurduğumuz ilişkiler hızla gelişiyordu. TSİP’i ve TKP-B’yi kuracak ekibin tasfiye ettiklerinin çoğunu bir araya getirmeyi başarmıştım.
Bunun sonucu olarak ilginç bir tesadüfle, yine Beşiktaş’ta TKP’nin ikinci kongresinin yapıldığı Akaretler’e yakın bir yerde bir kongre toplayarak, Vatan Partisi Programı temelinde, TKP’yi kurduk, daha doğrusu, Kıvılcımlı’nın deyimiyle “reorganize” ettik. Tabii bunu tam bir reorganizasyon olarak görmüyor, böyle bir reorganizasyonun ancak sosyalistlerin geniş bir tartışması sonucunda geniş katılımlı bir kongre ile gerçekleşebileceğini düşünüyorduk. Bu reorganizasyon bir bakıma reorganisasyon için bir reorganizasyon gibiydi.
İşte Vedat bu Kongre’ye de katılmış ve seçilen yönetimde yer alan beş kişiden biri olmuştu.
Bütün bunlar polis tarafından bilinmediği için kayda geçmiş değildir ama Kıvılcım gazetesi de bu partinin çıkardığı legal bir yayındı.
Ne var ki, aynı evde kaldığım Erol Atakan ve Dündar Erenler henüz bütün bu gelişme ve ilişkilerden haberdar değillerdi, çünkü teorik ve politik olarak buna hazır değillerdi, örneğin Kıvılcımlı’yı hiç bilmiyorlardı. Henüz bu durumu onlara söyleyemezdim. Onlar gazeteyi benim çıkardığımı düşünüyorlar ve biraz da kendi teşvikleriyle çıkardığımı düşündükleri için de desteklerini esirgemiyorlardı. Elbette başka ilişkilerim olduğunu seziyorlardı. Bundan da rahatsız değillerdi. Günü gelince bu ilişkileri kendilerine açacağımı da düşünüyorlardı.
Gazete çok etkili olmuştu. 12 Mart biterken ilk çıkan gazeteydi bir bakıma. TSİP’i kuracaklara yönelik eleştiriler onların altını sarsıyordu. Gençler Aksaray’da bulunan gazete bürosuna akıyorlardı. Örneğin daha sonra bir kısmı MLSP-B’li olacak Pertevniyalliler, Bülent Uluerler vs. gazete bürosuna gelip gidiyorlar veya dağıtımda görev alıyorlar, tartışıyorlardı.
Ancak bu başarı kısa sürdü, biraz da TSİP’i kuracak ekibin provakatif ve ihbar sayılabilecek davranış ve söylentileriyle gazeteye baskın yapıldı. Ben ve tesadüfen o sırada büroda bulunan ve aynı evde kaldığım Dündar Erenler ve Erol Atakan da benimle birlikte tutuklandı. Dündar da zaten gazetenin Yazı İşleri Müdürüydü.
Biz tutuklanınca gazeteyi Selim Ergunalp ve Vedat Orakçıoğlu çıkarmaya, en azından büroyu açık tutmaya çalıştılar. Sonra onlar da tutuklandı. Böylece o resimdeki beşli tamamlandı.
Bu tutuklanmada ve davada en küçük bir fire verilmedi. Örneğin gazetenin bir illegal partinin yayını olduğu hiçbir zaman bilinmedi. Dündar Erenler, Erol Atakan veya Selam Ergunalp, daha sonra, zaten sezip tahmin ettikleri illegal yanı öğrendiklerinde en küçük bir serzenişte bile bulunmadılar. Legal ve açık olarak neyi savunduysak aynı şekilde savundular. Bütün sorumlulukları üstlendiğimden, hepsi birkaç yıl yatıp çıktılar.
Vedat ise kısa bir tutukluluktan sonra, muhtemelen kamuoyunun gözünü boyamak için ve görünüşte gazeteye uğramış bir okur gibi olduğundan (ki gizli TKP’nin yönetimindeki ve gazetenin gizli yazı kurulundaki beş kişiden biriydi), tahliye oldu. Bir süre kaçak yaşadı. Sonra Yurt dışına çıkarıldı. İsveç’te mülteci yaşamı başladı.
12 Eylül öncesi ve sonrasında Dündar, Erol ve Selim de Almanya’da ilticacı oldu. 1984’te on yıl sonra ben de çıkınca, sürgünlerim ve devam eden davalarım nedeniyle yurt dışına kaçtım ve ilticacı oldum. Böylece o resimdekiler olarak hepimiz mültecilikte tekrar buluştuk.
Mültecilik hakkında Türkiye’nin ulusalcı çevreleri “Avrupa’ya gitmişler, mücadeleden kaçmışlar, zengin ülkelerin parasıyla besleniyorlar” türünden bir söylem tutturmuştur. İşin kötüsü bu epey de etkili olmuş görünüyor.
Halbuki “muhacirlik peygamber zenaatıdır” halkımızın dediği gibi. Bütün devrimciler, mücadele ettikleri devletlerden kaçarlar eline düşmemek ve onunla daha elverişli koşullarda savaşabilmek için. Marks, Engels, lenin, Kıvılcımlı, Troçki, Adorno vs. binlerce devrimci hep mülteci olmuşlardır. Eski çağların devrimcisi olan peygamberler için söylenen sözü bu güne uyarlarsak, mültecilik devrimci mesleğidir diyebiliriz.
Gerçi maddi koşullar da ahim şahım değildir ama olsa bile, mültecilik kadar insanları yiyip bitiren bir şey yoktur. Ben dahil birçok arkadaşım, mülteci yaşamımıza başladığımızda yıllarca hapishanedeki yaşamımızı bile özlemle arar olmuşuzdur.
Tabii bu mülteciliğin bir de tarihin en büyük çöküşlerinden birine denk geldiği bir dönemi göz önüne almak gerekir. Marks-Engels’ler, Lenin ve Troçki’ler hatta Kıvılcımlı’lar, yurt dıyına kaçtıklarında yükselen bir işçi hareketi vardı, kısa geri çekilişler ve yenilgiler yaşasa da. Halbuki 80 sonrasında birbiri peşi sora yenilgiler, sonu gelmeyen gerileyişler yaşandı. Böyle bir dünyada ayakta kalmak zodu. Bu gerileyiş herkesin hayatını bir şekilde etkiledi ve belirledi.
Bu bakımdan, kolajdaki “Hayat yorgunları” resmi, bir şaka olarak kullanılmış olsa bile, gerçek durumu çok daha derinden yansıtır. Yazının başında bütün ölümlerin sigarayla ilgili olduğundan söz ettik. Bu görünürdeki biyolojik sebep. Ama o insanlar niye sigara içiyorlardı diye sorulduğunda, sürgün dolayısıyla köklerden kopmuş olmanın ve bu kopuşu dünyada devrimci ve sosyalist mücadelenin yenilgilerinin birbirini izlediği bir dönemde yaşamış olmakla ilgisi görmezden gelinemez.
Bizlerin hayatımızı belirleyen bu genel akıştır. Hep o gençliğin zafer günlerinin özlemi ve beklentisi, sonu gelmeyen bir nostaljidir hayat.
Vedat’ınki de bu gidiş içinde anlaşılabilir.
Vedat ilk çıktığı yıllarda İsveç’te çok aktifti. Çünkü Türkiye’de de tarihindeki en büyük kitle radikalizasyonu ve politikleşmesi yaşanıyordu.
Sonra bütün bu radikalleşme ve politikleşmeye rağmen niye bizde bir şey olmuyor sorusuna cevap arayışlar. Buradan Üçüncü Enternasyonal’in lağvı, Faşizm teorisi ve onunla nasıl mücadele edileceği, Sovyetlerin sınıf karakteri gibi sorunlara yönelmiş ve orada da Troçki ve onun temsil ettiği gelenekle karşılaşmıştım. Bu her şeyin at üst olmasını getirmişti.
Kısmen arkadaşlar bu hıza ayak uyduramadığından, bir süre sonra tabiri caiz ise, teorisyeni durumuna geldiğim partiden bile tecrit olmuştum.
İşte bu dönemde bana ilk yankı, İsveç’te Vedat’tan geldi. Bana kısa bir mektup yazmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla mealen şöyleydi: “Sen Troçki’den bahsedince, bizim Demir ya kafayı yedi ya da burada başka bir sorun var diye düşündüm ve okumaya başladım. Şimdi ben de “Troçkist” oldum, buradaki seksiyonda çalışmaya başladım”.
Dünyalar benim olmuştu. Birbiri peşi sora gelen olumsuz gelişmeler içinde ilk olumlu gelişmeydi. Parti dağılmıştı, Tünel patlamış, kaçma umutları suya düşmüştü, 12 Eylül darbesi gelmişti.
Şimdi ilk kez olumlu bir yankı geliyordu.
Vedat sonra epey bir süre dördüncü Enterasyonal’in İsveç seksiyonunda da çalıştı.
Ama sanırım iki önemli olay sonraki hayatının doğrultusunu belirledi. Bunları konuşmazdık. Ben sormazdım. O da kendi derdiyle başkasını meşgul etmemek için söylemezdi. Ama çıkarabildiğim kadarıyla birincisi, bir çocuğunun olduğu yürümeyen bir evlilik veya ilişkiydi. Diğeri de Troçkist olması nedeniyle, bir Kürt grubunun kendisini dövmesiydi.
Özellikle bu ikincisi onu politik mücadeleye küstürmüştü. Çünkü Vedat, çok yumuşak, iyi, karıncayı bile incitmekten çekinen, kafasının ardında hiç bir planı ve hesabı olmayan bir insandı. Müthiş bir hümanizmi vardı.
Örneğin, bir defasında gazete için bir görev vermiştik. Sabah gelmesi gerekiyordu. Bekle bekle yok. Meğer gelirken otobüste, İstanbul’a tedavi için gelen, nereye gideceğini bilmeyen yoksul bir aileye rastlamış. Her şeyi bırakıp onları yanına alıp, tıpta okuduğu için, Çapa’ya götürmüş, doktorlarla konuşmuş, hastaneye yatmalarını sağlamış vs.. Bütün gününü onlara vermiş. Biz ise saatlerce acaba ne oldu diye kıvranmışız. Kızmışız. Ama Vedat gelip de böyle böyle oldu diye anlatınca, devrimci bir görevi asma sonucunu veren, bu iyilik ve insan severlik karşısında söyleyecek söz bulamıyorduk.
İşte böyle bir insana sekter ve muhtemelen genç birileri fiziksel olarak saldırmışlardı sadece siyasi ve ideolojik görüşlerinden dolayı. Bu Vedat’ı yıkmıştı.
Mutsuz bir ilişki, sonra böyle bir muameleyle karşılaşma, yenilgilerin birbirini izlediği bir dönemle de çakışınca, Vedat’ın aktif politik hayatı yavaş yavaş bir mum gibi söndü.
Hep sosyalist ve muhalif olarak kaldı ama eskisi gibi militan bir faaliyet ve yaşam içinde değildi.
Ancak yapacak bir şey olduğunda, şurasından tut dense tutmaya da hep hazırdı ve sanki hep birilerinin şunu şurasından tutar mısın demesini bekledi.
İyilik ve insan severliği ise hiç sönmedi.
İsveç’e yolum düştüğünde genellikle Vedat’ta kalırdım.
Taksi soförlüğü yapıyordu. Şimdi de aynı meslekte buluşmuştuk.
Ama Vedat hep illegal çalışıyordu. Çünkü çok borcu vardı. Resmen çalışsa, bu gelirine borçları karşılığında devlet el koyacaktı. İllegal çalıştığı için de devlete olan borçlarına yeni borçlar ekleniyordu. Evine geldiğimizde, her gün posta kutusundan çıkan uyarı ve alacak mektuplarının birini bile açmadan topluca çöp tenekesine atardı. Çıkışı ve dönüşü ancak bir mucize ile olabilecek bir girdabın içindeydi. İllegal çalıştığı için, sigortası yoktu. Hiçbir hakkı da gelişmiyordu.
O da bu girdaptan kurtulabilmek için zaman zaman talih oyunları ile şansını deniyordu. Tabii genellikle daha da batıyordu. Vedat’ın bu çıkışsızlığını görüp hiçbir şey yapamamamın çaresizliği yaşıyordum.
Kırk yılda bir İsveç’e gittiğim ve birlikte olduğumuz zamanlarda biraz toparlar gibi oluyor, toparlayacağına söz veriyor ama ben döndükten bir süre sonra tekrar eski ritmine dönüyordu. Artık giderek kimseyle de görüşmez olmuştu. Telefonla bile ulaşılamıyordu.
En son kızımın Lise mezuniyeti için İsveç’e gittiğimde tekrar gördüm ve birkaç gün yanında kaldım.
Yıllarca kaçak çalıştığı için, yaşlılık, hastalık ve işsizlik sigortaları yoktu tabii. Ama bu arada ehliyetini de kaptırmış ve çalışamaz olmuştu.
Bu durumda kimsesiz ve hiçbir geliri olmayanların kaldığı bir yurtta, bir odada kalıyordu. İsveç’te kaldığım birkaç gün boyunca onun odasını paylaştık. Bir e-mail adresi bile yoktu. İnternete nasıl girilir, nasıl dolaşılır onu bile bilmiyordu. Artık antika olmuş eski bir Nokia telefonu vardı. O da çoğu zaman çalışmıyordu. Dünyadaki ekonomik, politik gelişmeleri, son yıllarda ortaya çıkmış kavramları bile bilmiyordu. Koyvermişti. Hayattan hiçbir beklentisi yoktu.
Türkiye’ye dönmesi, orda tekrar bir başlangıç yapabileceği, HDP’de çalışabileceği, çok yararlı olabileceği yönünde öneriler yaptım, bu yönde elimden gelen yardımı yapabileceğimi söyledim.
Önerilerimi mantıklı bulsa da, ben artık kimseyi tanımıyorum ki, bunca yıl uzak kalmışım diyordu.
Önerim bazen aklına yatsa da artık yeniden başlayacak bir gücü yoktu.
Ölümünü bekler gibiydi.
Son konuşmamızda dilediğimiz gibi, çok “çekmeden ve çektirmeden” bu değerini bilmediğimiz, bu insan sevgisi ve iyilikle dolu insan, arkadaşım, yoldaşım da gitti.
Cenazesi öbür gün, (Perşembe günü) saat onda kalkacak.
9 Temmuz 2019 Salı
Demir Küçükaydın
[email protected]
I’m the one in the middle!
WARNING: IF YOU REPLY TO THIS ACCOUNT YOU WILL BE FLAGGED, YOUR REP HARMED AND ALL OF YOUR REWARDS REMOVED. DO NOT ENGAGE WITH THE TRASH. YOU HAVE BEEN WARNED