Yokluk içinde yaşıyoruz. İçimizde biriken yoklukla var olmaya çalışıyoruz. Birileri hep eksik hayatımızda. Adı yok bu birinin. Bazısı eş diyor bazısı kardeş. Kimisi de dost diyor. Kişiden kişiye değişiyor yani adı. Ama yokluğu hep baki. Ortak tek noktamız bu. Bizi birbirimize bağlayan halat. Bu yüzden bir türlü tamamlanamıyoruz. Kim bu eksik olan, niye gelmiyor ya da gelemiyor bilmeden bekliyoruz. Napalım büyüklerimizden böyle öğrendik biz. Beklemek sünnettir. Yok o öyle değildi. Sünnet sırasında beklemek sevaptır. Aynen. Neyse konumuz bu değil. Konumuz beklemek. Kucak dolusu hemde. Sırf bu yüzden ilerlemeye korkuyoruz mesela. Ha geldi ha gelecek derken hep geriliyoruz.Oysa ne gelen oluyor ne de gelmeye çalışan. Beklediğimizle kalıyoruz, öylece yol ortasında. Yine de kabullenip gitmeye cesaret edemiyoruz. “Ya gelirse?” sorusu hep durur aklımızın bir köşesinde.
Çocukken de böyle bekletirlerdi zaten bizi. Okul bahçesinde, bayram merasiminde, tuvalet kapısının önünde. Tamam küçüktük, çocuktuk ama bu kadar bekletilecek ne suç işledik? Dürüst olmak gerekirse onlarda bilmiyor neden bu inatlaşma, neden bu bekletme arzusu? Sanırım bu bize Âdem’den kalan tek yadigâr. Ondan olsa gerek, bekliyoruz öyle sebepsiz, hesapsız. Sırf onu beklemeyi sevdiğimizden. Onlarda bekletmeyi seviyor zaten, beklediğimizi bildiklerinden. Sonra neden bizden Stephen Hawking’ler çıkmıyor. Çıkmaz tabi. Paradokstan kurtulamadık ki. Bir kez olsun zamanında gelse beklenen kişi, mutlu mesut hayatımıza devam etsek böyle olur muydu hiç? Olmazdı tabi. Ama olsun, varsın o geç gelsin. Biz bekleriz.