Az önce Empati Çağı - Frans De Waal kitabını okurken kendimin bir sosyal darwinist olduğumu fakat üzerinde düşünürken aslında öyle davrandığımı, olmak istediğim şeyin bu olmadığını keşfettim. Neymiş bakalım;
Sosyal Darwinizm'e göre hayat, kendileri tepe taklak olmamış insanlarla, olmasına asla izin vermeyecek insanlar arasındaki mücadele olarak tasvir edilir. Bu ideoloji, 19.yyda doğa kanunlarını iktisadi terminolojiye "uyum sağlayanın hayatta kalması" (yanlışlıkla sık sık Darwine atfedilir) şeklinde uyarlayan İngiliz siyaset filozofu Herbert Spencer tarafından ortaya atılmıştır. Spencer, toplumun oynadığı rolü eşit seviyede gösterme girişimlerine şiddetle saldırır. Yüzbinlerce adet satılan kalın ciltli kitaplarında, yoksullardan bahsederken "Doğanın bütün çabası bunlardan kurtulmak, dünyayı onlardan temizlemek ve daha iyiye yer açmaktır" türünden pek çok cümlesi bulunmaktadır .
Amerika Birleşik Devletleri, Spencer'ı can kulağıyla dinledi. İş dünyası ne söylediyse son harfine kadar ezberledi. Andrew Carnegie biyolojinin bir yasası olan rekabeti, insan ırkına uyarladı. Dini nikahla evlenmiş olan John D. Rockefeller bile, büyük ölçekli bir işletmenin büyümeye devam etmesinin "doğanın ve Tanrı'nın kurallarına uygun bir şekilde çalışmakla" mümkün olabileceği söylüyordu.
Bizzat Darwin, Spencer gibilerin "en güçlünün hakkı" gibi ifadeleri kendi teorisinin içinden cımbızla çekip almalarından dolayı oldukça rahatsızdı ve bakın ne demişti: "Bir biyolog olarak, evrim teoristlerinden topluma hazır bir reçete sunmaya kalkışanların teoriyle aslında ilgilenmediklerini ve sunacak herhangi bir şeyleri olmadığını göstermeye çalışmaktan fena halde yorulmuş durumdayım."
Spencer'ın düşünceleri nasıl oldu da dönemin insanları tarafından bir anda dikkate değer bulundu ? Bana öyle görünüyor ki, Spencer, insanlara çevrelerinde olan bitenle ilgilenmeden, ahlaki çelişkiden uzak bir şekilde ilerleyebilecekleri bir yol sunmuştu. Eski dönemlerde varlıklı yoksulu görmezden gelmek için zaten herhangi bir haklılaştırmaya gerek duymamıştır. Damarlarında akan kan, yani asalet, onları farklı bir canlı türü haline getirmeye yetiyordu.
Bütün bunlar, kitlelerin kötü durumlarını kolayca görmezlikten gelmeyecek yeni bir üst tabakanın oluşmasını sağlayan Endüstri Devrimiyle birlikte değişmiştir. Yeni zenginlerin büyük bir kısmı daha birkaç nesil önceki alt sınıfları oluşturan insanların soyundan gelmekteydi. Dolayısıyla zenginliklerini paylaşmaları gerekmiyor muydu ? Ne var ki böyle bir paylaşım için oldukça isteksizdiler ve kendileri için çalışan kesimi görmezlikten gelinmesinde, herhangi bir yanlış olmadığını seslendirenlere anında kulak kabartmışlardır. Spencer'ın bu yeni zenginleşmiş kitleyi telkin ettiği cümle aslında pek çok şeyi açıklıyor "Doğanın yasaları bu şekilde işliyor!". İşte bu şekilde, zenginlerin hissedebileceği vicdan azabını ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Bu yargılar, belli bir dereceye kadar sözde doğal olana dayanmaktadır, oysa üzerine inşa edildikleri temel varsayım, daha başından yanlıştır. Spencer'ın yaşadığı dönemde bu yanlış, sıradışı olan bir karakter olan Rus Prensi Pyotr Kropotkin tarafından ortaya konulmuştur. Sakallı bir anarşist olan Kropotkin bir doğa bilimciydi. 1902 yılında yazmış olduğu Mutual Aid (Karşılıklı Yardımlaşma) isimli kitabında, var olma mücadelesini, herkesin herkesle karşı karşıya olması değil, organizma yığınlarının düşman bir çevreye karşı yürüttükleri mücadele olarak değerlendirmiştir.