The Seventh Seal (1957) – Film Analizi

in #tr5 years ago (edited)

Bireyin varoluş üzerine sorgulaması ne kadar kadimdir acaba ? Ya da “ölüm, iblis, tanrı” bazalindeki arayışın mihenk taşları ne olmalıdır ?
İş bu film, sinemanın tartışmasız gelmiş geçmiş en derin , en bilge yönetmenlerimden Bergman’ın (özlemle anıyoruz) bu sorular üzerine inşa ettiği; orta çağda inanç konusunda “kafası karışık” bir şövalyenin üzerinden günümüz post modern insanının bu konudaki soru işaretlerine değindiği bir yapımdır.
Sabırla “okumanız” dileğiyle..

mano.jpg

Detay
• Bergman, Tarkovsky, Lynch, Allen, Fellini izlemiş, sevmeseniz bile anlamlı bulmuş, takdir etmişseniz bu film sizin için güzel bir kazanç potansiyelindedir.
• Bu tarz filmlerin aksin
e bir saatten sadece birazcık uzun olması sıkıcılık katsayısını oldukça indirmiştir. Daha önce Bergman izlememişseniz bu kısalık bir artıdır fakat neticede bir Bergman filmi bir Bergman filmidir diye hatırlatalım.

• Autumn Sonata, Ansiklet, Persona, Yaban Çilekleri gibi daha çok bilinen filmlerin yönetmeninin filmi olduğunu da belirtmekte fayda var.

• Can sıkıntınızı alacak bir tarz değil fakat eğer isteyerek izlemişseniz, şuradan bir film açalım da izleyelim havasından uzaksanız ve konsantre de olabilmişseniz ne mutlu size..

• Yine de konsantre olduğunu söylediği halde bu taraklarda bezi olmayan bir kız arkadaşınızla izlemek felaket doğurabilir, aman diyelim.

• Evet o taraklarda bezi olmayan bir erkeğe kız arkadaşı böyle bir filmi izleyelim demişse o erkek o filmi sevmek zorundadır, aynı şey değil.

Sık Sorulan Sorular
Burası filmle ilgili akla takılan “ya neden neden” deyip kafayı yiyebilmeye kadar götürecek sorulara adanmıştır.Filmi seyretmeyenlerin okuması bir faciaya yol açabilir.

The Seventh Seal, 1957, Ingmar Bergman
Ön ek : Yazıda Stalker filmi hakkında içerik bulunmaktadır.
Hiç ölümle satranç oynamayı düşündünüz mü?
Bergman’ın 1957 yapımı “The Seventh Seal” adlı eserinin ilk sahnesi, şövalyenin canını almaya gelen “ölüm”ü satranç oynamaya davet ettiği bir meydan okuma ile başlar.

Özelikle mevzu bahis tanrı ve yaşam felsefesi ise çok sorgulamayacak, simple present yaşayacak, öyle pozitivizmin, materyalizmin, aklın şuurun peşinden koşup her şeyi rasyonalizme indirgemeyecek; “inanarak”, güçsüzlüğünün ve aciziyetinin fevkinde yaşamı akışına bırakarak sürdürecek ve ancak gerçek mutluluk ve huzuru bu şekilde bulacaksın diyen bir filmdir. Evet, öyledir ve zaten Bergman da aslında özünde zilhicce ayında şeytan da taşlamış bir insandır.
Bu temalama özellikle filmdeki mutlu aile imajı çizen hokkabaz ve eşi ile oldukça düşündürücü bir şekilde simgelenir. Tanrı ve inanç sorgulamasını çok ciddi bir derinlikle yapan, ölümle satranç oynayıp “kazanırsam peşimi bırakmayanın…” diye atarlanacak , şeytanı bulmaya çalışıp “tanrı var mı yok mu ne dedin panpa?” diye soracak kadar çılgınca davranan Şövalyenin, bebekleri ile mutlu mesut yaşayan, akışına bırakmış, Tanrı ve yaşam konusunda yerel ve genel alışılageldik, öğrenilmiş, doğaçlama kazanımları ile her türlü inançsal sorgulamadan uzak aileyi büyük bir özenti ile izlemesi, mutluluklarına ortak olmak ister gibi onlara yakınlaşması gözden kaçmaz.
Bu noktada “Bergman” mucit değildir çünkü yakın dostu ve bir nevi rakibi olan Tarkovsky dahil günümüzde bu iki temel yönetmen özentisi birçok sinemacı da dramayı kimi zaman bu yöne taşır, izler ibret ve hayretle ders alırız. Stalker zaten naçizane kanımca bu işe noktayı koyan eserdir ve dahi günlük yaşantıda mutlu olmak için “ahmak” olmayı savunagelen tonlarca yer yer klişeye de kaçan söyleme maruz kalmayan da yoktur. O zaman nedir “Yedinci Mühür”ü orijinalleştiren;
Öncelikle ortaçağda ne için mücadele verdiğini bilmeden 10 sene her türlü zorluğu, hastalığı, işkenceyi, acıyı tatmış ; döndüğünde kendisini haçlı seferine çıkmak için ikna eden hocasının hırsız ve tacizci olduğunu gören bir hayal kırıklığı abidesi olarak “şövalye”, inanç-yaşam-yaratıcı konusunda çok derin paradokslara girmiş, tanrı var mıdır/yok mudur ikilemini müthiş bir acıyla sorgular bir konuma evrilmiştir. Bergman’ın bu sorgulamayı ele alış biçimi orijinaldir işte.
Bu bakışa göre, reel dayanak olmadan, açıkça tanrıyı bizzat görmeden inanamayacağını, Tanrı’nın varlığı yokluğu konusunda net bir yargıya varamayacağını söyleyen Şövalye , klasik bir pozitivist olarak Stalker’daki Tanrı’yı kendi yaptığı patlayıcı ile ortadan kaldırmaya çalışan bilim adamı ile, tüm materyalistlerle ya da, aynı çizgidedir. Şövalye o yüzden ölüm geldiğinde zaman kazanmak için Tanrı’ya kendi rasyonelleri ile ulaşabileceği umudu ile, satranç oynamayı teklif eder. Aslında bu noktada zaman kazanmakla birlikte “ölüm”ü satranç ile, akıl ile, yenebileceği olasılığı da ön plandadır. Fakat işte tam da emin değildir Şövalye. “Ölüm” bu kadar net ve muğlak bir bilinmezlikle kaçınılmazken ama işte en az muğlak olduğu kadar mermer kadar sert ve somut olarak tam karşısındayken ve oyunu kazansa bile ancak öteleyebilecekken, farkında olmak “istediği” şeye, ulaşmaya çalıştığı şeye ,”Tanrı’ya inanmalı mıdır ve inanmak için ne yapmalıdır ?
Bunun için “ölüm”ün kaçınılmazlığı ve “hiç”lik olmaması gerektiği fikri ile Tanrı’ya ulaşmaya çalışır. Hatta “ölüm”den Tanrı konusunda varsayım değil, inanç değil “bilgi” ister. Tanrının varlığına dair “bilgi”.. Şövalye bir türlü akıldan, rasyonelden, reelden, pozitivizmden sıyrılıp tabir-i caizse “iman”a gelememektedir.( “imana gelmek”: Tanrı varsa o Tanrı’ya inanmak anlamındadır; fıkıh , kelam ve siyer ilmi ile maksadı aşan çıkarım önlemek amaçlı açıklama).
Öyle ki ölüm kendisine bu konuda pas vermeyince, bir şey bilmediğini sadece görevini yaptığını söyleyince bu kez ortaçağdaki bir diğer muamma ve korkulan olan “şeytan”a ulaşmaya çalışır. Şeytan ile birlikteliği için suçlanan ve hunharca canlı canlı yakılıp klasik bir orta çağ ritüeli için kullanılacak olan kadına yaklaşır ve ondan şeytana nasıl ulaşabileceğini , şeytandan Tanrı hakkında bilgi almak istediğini söyler. Ancak yine nafile bir uğraştır yaptığı. Şeytan (muhtemel kadının ellerini kıran keşiş)***(1) bu sorgulamada bireye yardımcı olacak, bireyin Tanrı’ya ulaşmasını sağlayacak doğru adres değildir zira şeytan ile Tanrı arasındaki mevzu her kutsal kitapta da anlatılageldiği üzere çok derindir. Arada neredeyse kanlı bıçaklı bir durum varken şeytanın gidip de kulun Tanrı’ya yakınlaşması için yardımda bulunmasını beklemek de zaten nereden bakarsanız tutarsızlık ve ahmakça.

Neticede Şövalye yine umduğunu bulamaz, kafada inanç ve tanrı konusunda bin bir tilki ile evine,10 sene önce “ne için” bıraktığını terk ettiğini bilemediği eşinin yanına döner. Ancak bu vuslat da uzun sürmez ve “kazanırsam peşimi bırakmayanın..” diye atarlanıp gider yaptığı “ölüm” dostları ile birlikte oldukları masada gelip hepsini yakalar çünkü satrancı kaybetmiştir.

Bu sahnede Şövalye ölüm geldiğinde ellerini açıp “tanrım, olmalısın bir yerlerde mutlaka olmalısın” diye yakarmaya başlar. Şövalye “kesin olmazsa, net olmazsa” da aslında artık inanmakta içindeki Tanrı’ya teslim olmaktadır.(2) Zira en büyük argümanı “ölüm”den sonraki “hiçliğin” asla ve asla kabul edilemez olmasıdır. “ölüm” böylesi bir yaşamın böylesi bir düzenin sonu olmamalıdır, mutlaka ötesi de var olmalıdır. Bu noktada da kendisine imam Gazali’nin “ölüm ve ötesi”nin Norveççe baskısını hediye etmeyi umuyoruz. Bu aralar %28 indirim de varmış.
Film ölümle dans ambiyansı ile son bulur. Elde tanrı-inanç sorgulaması üzerine tanrının varlığı lehine bir sonuçla, birkaç elma kalır.
(3) Biz de çıkalım inançsızlık dalgasının üzerindeki kerevetine…

Ek ***(1): Parantez içerisindeki “muhtemel” kelimesinin kortekse, subkortekse, omuriliğe kadar zuhur edip “belirsizlik” taşıması gerektiğine atıftır. Keşiş ölüm de olabilir, ölümün kol bacak kırıp işkence işine girmesini açıklayamıyorsanız mesela “Noel baba” da olabilir, fakat heyhat ki yorum benim, benim bedenim benim kararım.

Ek: (2): Yine tırnak içerisindeki “kesin olmazsa net olmazsa da” ibaresinin anlam ve öneminin , izleyici çıkarımına şerh düştüğünün işareti olduğuna edittir. Zira inanmayan; inanmak isteyen; inanan arasında kocaman bir fark vardır. İlkokul terk tabiri ile “Tanrı varsa” sıralama; inanan > inanmak isteyen > inanmayan şeklindedir. Tanrı yoksa sıralama amuda kalkar. Peki Bergman ve Yedinci Mühür Tanrı’nın varlığını mı yokluğunu mu temel olarak almıştır hadi tamam “almıştır” net ifade oluyor şöyle diyelim “al-mak is-te-miş-tir” ? Az biraz Bergman ve Tarkovsky çizgisini gogıl cinine sorunuz, sonra filmde tipsiz, soğuk nevale, taytını sevdiğim şövalyenin tek mutlu olduğu “gülümsediği” sahnenin nerede kimin için olduğuna bakın, sonra elinizi vicdanınıza koyun (bkz cmylmz vicdanı) öyle atar gider yapın.

Ek ***(3): “lehine” kelimesinin tıpkı “muhtemel” ve “kesin olmazsa net olmazsa da” ifadeleri gibi muallaklık içerdiğine atıftır. Zira ek 2’de belirtilen Bergman ve Yedinci Mühür Tanrı’nın varlığını mı yokluğunu mu baz almıştır ifadesinden “yorumcu çıkarımı gereği” baz alınan Tanrı’nın varlığıdır ve bu durumda da yine ek 2’deki ilkokul terk tabirle “inanmak isteyen olarak şövalye” “inanmayan”dan bir tık ileride olarak , mamafih hedefe ulaşamadan pili biten Usain Bolt olarak, ölümün yaptığı reddedilemez dans teklifini geri çevirmez ve film biter. Bu noktada , Tanrı gökten zembille inip “gel la gel, ne ağladın arkadaş” dememiştir diye nereden böyle bir yorum yaptın diyenler olursa diye şey ettim.
Ayrıntılar

• İlk sahne ve son sahne vuruculuğu kesinlikle gözden kaçmıyor. Ölümü satranca davet eden şövalye ile başlayan film, ölümün şövalye ve arkadaşlarının ruhlarını alıp ölümle dans ambiyansı ile son buluyor. Unutulmaması adına çok başarılı.

• Hokkabaz ve ailesi , Stalker ve ailesini bir tutam çağrıştırdı. Bergman ve Tarkovsky çizgisi, dillendirilmeyen ama hep süregelmiş mücadelesi ve bu iki filmin temasal benzerliği böyle bir çağrışımı kaçınılmaz yaptı, zannımca.

• Bergman’ın en çok etkilendiğim
filmlerindendir Yedinci Mühür. Persona, Yaban Çilekleri ve Autumn Sonata diğer top list yapımlarıdır.

• Günümüzde Bergman çizgisinin yaşayan en son temsilcisi Lynch gibi görünüyor. Tarzı ve sürrealite aşkı dolayısıyla farklı, ne alaka diye yorumlayanlar olabilir fakat derinlik itibari ile en azından “bilinen” en ünlü yönetmen olması bu benzerliği haklı kılabilir. Üstelik Lynch de Bergman’dan etkilendiğini hep söyleyegelmiştir.

• İnsanın doğa ve ölüm karşısındaki tabiri caizse aciziyeti, sefaleti onu kudreti, gücü sonsuz bir varlığa inanmaya itiyor dersek filmi özetlemiş oluruz gibi. Mesele derin tabi yeğen, Bergman öyle demiş deyip bitirelim.