Bugün, sert bir kış mevsiminden sonra gelen ilkbaharın en güzel akşamlarından biriydi. Bu akşam üstüne kalın giysiler giyerek sokağa çıkan insanları pişman eden bir hava vardı. Mutlu olmak için en güzel bahanelerin üretilebileceği bir akşamdı. Ben ise bu güzel akşamda mekanın en köşesinde duran ve tek bir açıdan neredeyse mekanın tamamını görebilen bir masada oturmuş etrafı izliyorum. Genellikle aynı masada oturup etrafı izlerim. Müşterilerin hal ve hareketlerini, çalışanlarımın müşterilere karşı olan davranışlarını tüm dikkatimi vererek takip etmeye çalışırım. Yaptığım bu gözlemler sonucunda da eksik gördüğüm her şeyin tamamlanması için çalışmalar başlatırım.
Hava yaklaşık yirmi dakika önce kararmıştı ve müşteriler mekana yeni yeni girmeye başlıyordu. Yüksek tavandan duvarları boyayarak yere dökülen ışıklar görüş mesafemi oldukça daha net kılıyordu. O sırada mekanımızın ilgi odağı olan kedimiz Müjgan ise, tuvaletlere giden koridorun başındaki masada pinekliyordu. Yanından geçen garsonların bazıları Müjgan’ı masadan kaldırmak için elini tersi ile itiyordu, bazıları ise sırtını sıvazlayarak mayıştırıyordu. Kafamı dış kapının olduğu tarafa çevirdiğimde ise sarmaş dolaş çiftlerin ve arkadaş gruplarının bu geceyi güzel geçirmek umudu ile mekana girişlerini görüyordum. Mekana yeni giriş yapan kalabalık bir gruba gözlerimi dikmişken bir ses duydum ve kafamı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken yere düşüp kırılan bira bardağını gördüm. Düşüren kişi bu durumun farkında bile olmadan müzik eşliğinde dans etmeye devam ediyordu. Etrafıma baktığımda ise o bardağın yere düşüp parçalara ayrıldığını gören tek kişinin ben olduğunu anladım.
Yaklaşık beş dakika geçmesine rağmen o kırık bardak parçalarını benden başka kimsenin görmeyişi canımı sıkmaya başlamıştı. Ne garsonlar ne müşteriler ne de Engin bu durumun farkına varamamışlardı. Üzerine gelen ayaklar sayesinde etrafa haddinden fazla dağılan bardak parçalarına artık tahammülüm kalmadı. Eminim ki bardak ta “Yeter artık, toplayın kırıntılarımı!” diye öfke ile bağırıyordur. Daha fazla dayanamayıp Engin’e seslenmek için gözlerimle etrafı süzdüm. Garsonların çoğu müşterilerle ilgilenmek yerine mekanı düzenlemek ile meşgullerdi. Sanırım bu sebepten dolayı yerdeki kırık bardağı fark edemiyorlardı. Göz ucu ile masada duran telefonumun ekranını açıp saate baktım. Saat sekize doğru geliyordu. Birazdan sahneye bir grup çıkıp şarkı söyleyeceği için, son hazırlıklar yapılıyordu. Garsonlardan bazıları raflardaki kitapları toparlayıp, ortadaki masaları kaldırılıyorlardı. Aynı zamanda da sahne hazırlıyordu. Masanın üzerinde duran telefon ve sigaramı elime aldıktan sonra dışarı çıkıp sigara içmek için ayağa kalktım. O sırada Engin’in barmen kıza bir şeyler anlatmaya çalıştığını gördüm. Şu an o konuşmanın arasına girmek istemedim ve dış kapıya doğru yöneldim. Kapının önündeki sigara içme alanına gittim ve paketten bir dal sigara çıkarttım. Bir süre ceplerimde çakmak aradıktan sonra Badigard Aykut yanıma doğru geldi ve çakmağını çıkarıp sigaramı yaktı. Derin bir nefes ile ilk dumanı içime çektikten sonra Aykut’un omuzuna üst üste iki sefer ufak bir dokunuş yaparak teşekkür ettim.
“Naber, Aykut?”
“İyidir Tarık Bey, sizden naber? Nasılsınız?”
“İyidir, bir hava alayım dedim. Sıkıntı var mı?”
“Yok, Tarık Bey. Her şey yolunda.” dedi ve tekrar giriş kapısının önüne gitti.
Burada çalışan çoğu kişi ile sık sık sohbet etmeye çalışırım. Buradaki kişilere karşı niyetim, her zaman bir patrondan daha fazlası olduğumu göstermektir. Bu sebepten dolayı, kazandığım saygı çerçevesi içinde yüzlerce insanla tanışıp samimiyet kurdum. Ama tüm çalışanlarımın aksine Engin ile çok farklı dostluğumuz var. Engin ve ben beş yıl önce tanışmıştık. O zamanlar babamın yayınevinde grafiker olarak çalışıyordu. Bende o sıralar yayınevinde editörlük yapıyordum. Engin ile orada iyi bir arkadaşlık kurmuştuk. İlk başlarda benden biraz çekinirdi, sonuçta patron oğluydum. Hatta aramızda bir yaş fark olmasına rağmen bana sürekli abi derdi ve halen daha abi demeye devam ediyor. Birkaç sefer bu durumdan rahatsız olduğumu belirtsem de saygısızlık olduğu düşüncesine kapıldığı için asla bana ismimle telaffuz etmedi.
Böyle bir mekan açmak benim uzun zamandır aklımdaydı. Zamanında bu fikri Engin ile paylaşmıştım ve sürekli bana gereken desteği ve inancı vermeye hazırdı. Aynı zamanda babam da destekçilerimin arasındaydı ama annem böyle bir iş yapmama baştan beri karşı çıkıyordu. Anneme göre; ben onların biricik oğluydum ve kurulu düzende çalışmayı hak ediyordum. Babama göre ise; ben onların oğluydum ve ne şekilde olursa olsun kendi ayaklarımın üzerinde durabilmeliydim.
Çok zaman geçmeden işleri düzene soktum ve bir yıl önce “Boynuz Bar” adı altında bu mekanı açtım. Burası, zamanla insanların sıcak hissettiği eğlenceli bir yer haline geldi. Bulunduğu semtte onlarca mekan olmasına rağmen kısa bir süre içerisinde büyük bir ilgi topladı. Bana kalırsa bunun tek sebebi var, o da farklı bir konseptte olmasıdır. Tek bir duvarın tamamı boydan boya kitap rafı ile kaplı ve raflarda yüzlerce kitap bulunuyor. Gündüz saatlerinde gelen müşteriler dilediği kitabı seçip okuyabiliyor ve eğer o gün içinde bitiremiyorsa ismi ile birlikte kitabı görevliye teslim ettikten sonra istediği zaman tekrar gelip yarım kaldığı kitaba devam edebiliyor. Hava karardığında ise burayı tam anlamı ile eğlence mekânına dönüştürüyoruz. Müzik gurupları sahneye çıkıyor ve müşteriler eşliğinde şarkı söyleyip ufak bir konser düzenletiyoruz.
Böyle bir mekan açtıktan sonrada sürekli başında duramayacağımı biliyordum ve Engin ile konuşup buranın başında durmasına ikna ettim. Daha sonra da babam ile konuşup Engin’i yayınevinden alıp buraya gelmesini sağladım. Zaten böyle bir durumda Engin’den başka güvenecek kimsem yoktu. Bu sayede bende hem yayınevi ile ilgilenebiliyordum hem de kitap yazıyordum. Vakit buldukça da burada zaman geçiriyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse burada zaman geçirmek için kendime fazlası ile vakit ayırmaya çalışıyordum.
Yayınlanmış iki kitabım ile belli bir okuyucu kitlesine ulaşmış olmama rağmen yazarlığı hiçbir zaman meslek olarak düşünmedim. Bu sebepten dolayı da bu işten hiçbir maddi kazanç beklentim olmadı. Önümüzdeki zaman dilimlerinde de aynı şartlar ve koşullar ile sürekli üretmeye devam edip yeni bir şeyler çıkartmak istiyorum. Bu sayede okurlarımın bana karşı olan beklentilerini karşılıksız bırakmış olmayacağım.
Sigaramı içtikten sonra Aykut’a “Kolay gelsin.” dedim ve içeri girdim. Bardak parçaları halen daha yerde duruyordu. O sırada da Engin’in bana baktığını gördüm ve elimi kaldırarak yanıma gelmesini işaret ettim. Hemen yanıma doğru gelip “Efendim, abi.” dedi ve eli ile sakallarını ovuşturmaya başladı. Gözlerim ile yerdeki kırık bardak parçalarına bakarak. “Şu bardak parçaları on dakikadır yerde duruyor.” dedim ve gelecek cevaba odaklandım. Elini sakallarında gezdirmeye devam ederek mahcup olmuş bir surat ifadesi ile içinden “Siktir.” çeker gibi bir mimiğe büründü ve en yakınındaki garsona seslenip yerdeki bardak parçalarını toplamasını söyledi. Daha sonra bana dönüp “Halleder abi şimdi çocuklar, kusura bakma.” dedi.
Ben kusura bakmam da acaba bardağın gönlü nasıl alınacak? Bir süpürge ile faraşa gaddarca sürüklendikten sonra hiçbir şey yokmuş gibi çöp kovasına savrulacak ve bu durum onu mutlu mu edecek?
Ben bunları düşünürken Engin gözlerimin içine bakıyordu. “Bugün kim çıkıyor sahneye?” dedim, “Serkanların grubu.” dedi ve tekrardan sakallarını ovuşturmaya başlayarak gözleri ile etrafı süzdü. Daha sonra saatine bakıp “Beş dakika içinde başlarlar zaten abi.” dedi. O sırada yanımıza bir kız geldi ve Engin’e selam verdi. Engin ise gülümseyerek iki üç cümle ile ufak bir sohbet edip kızı uğurladı. Benden de müsaade isteyip yanımdan ayrıldı.
Tekrar masaya oturup etrafı izlemeye başladım. Müjgan yerini değiştirmemişti, mekânın yarısından fazlası dolmuştu, mekân sahne için hazır durumdaydı ve yerdeki bardak parçaları toparlanmıştı. Her şeyin yolunda gittiğini belirten bir şekilde derin bir nefes aldım ve gülümsedim.
Kısa bir süre sonra grup sahneye çıktı ve çalmaya başladı. Etrafa göz gezdirirken barın en ucunda takım elbiseli bir adam dikkatimi çekti. Saçına ve sakalına aklar düşmüş, kravatı gevşetilmiş, gömleği üstten iki düğme açılmış, ceketi rastgele bir şekilde masanın üzerine savrulmuştu. Önünde birası ve üzerinde bir tane yanar vaziyette mum olan ufak bir pasta vardı. Adam gözlerini pastadan ayırmıyordu. Yerimden kalktım ve adamın bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladım. Biraz yaklaştıkça adamın gözlerindeki yaşları ve acıyı fark ettim. Birasını yudumlarken bile gözlerini bir saniye bile o pastadan ayırmak istemiyor gibiydi. Adamı bir süre izledim ve birasının son yudumunu içer içmez bar tarafına geçip adamın karşısında dikildim.
“Başka bir şey ister misiniz?” diye sordum. Adam bana bakmadan elinin tersi ile bira bardağını bana doğru sürükledi. “Aynısından mı olsun?” dedim ve adam başını kaldırıp bana baktı. “Sen bana başka bir şey ver.” dedi. “Ne istersiniz?” dedim. Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı “Sen bana viski ver.” dedi ve kısa bir süre düşündükten sonra “Evet, evet viski!” dedi. Masadan bira bardağını aldım ve viski bardağı koydum. Adam gözlerini yine pastaya dikmişti. Bende adama dik dik bakarak viski şişesini açtım ve bardağa doldurdum. Adamın önüne bardağı ittim ve viski şişesinin kapağını kapatıp yerine koydum. Bir anda gözlerini pastadan ayırıp bana baktı. Bu sefer dik dik bakışların sırası ondaydı. Viskiden bir yudum aldı ve bardağı tekrar masaya koydu. Kısa bir süre sonra viskisini tekrar yudumladı ve gözlerini yine bana dikti. Bende daha fazla beklemeden lafa girdim. “Biraz konuşmak ister misin?” dedim. Adam bu sorduğum soruyu hiç üstüne bile alınmadı. Yüksek müzik sesinden beni duymadığını düşündüm. Bu sefer adama biraz daha yaklaştım ve omuzuna ufak bir dokunuş yaptım. “Pardon, biraz konuşabilir miyiz?” dedim. Adam bir anda şaşkın bir ifade ile yüzünü bana çevirdi.
“Buyurun, ne vardı?”
“Biraz konuşmak istiyorum.”
“Onu anladım. Ne hakkında konuşmak istiyorsun?”
“Bu mekânın sahibiyim.”
Adam bu lafımdan sonra biraz gülümsedi ve bardağından bir yudum daha içti. Daha sonra bardağını göstererek “Demek viskiler senden.” dedi. Bu laf sonrasında bende biraz gülümsedim ve viski şişesini çıkarıp masaya koydum. “Bu şişe benden.” dedim ve adamın biraz daha yüzü gülmeye başladı. Adamın gülüşleri bana biraz cesaret verdi ve konuya balıklama daldım. “Çok üzgün görünüyorsun, biraz konuşmak ister misin?” Adamdan gelecek her cevaba hazırlıklı olmalıydım. Bu cevabın sözel olmasını umuyordum ama her ihtimale karşı fiziksel gelecek cevap içinde hazırlıklı duruyordum. Adam gözlerini yine bana dikti ve imalı bir tavır ile “Sen boş zamanlarında müşterilere sormak için sorular mı hazırlıyorsun?” dedi. Neyse ki gelen cevap beklediğim gibi çok sert bir şekilde olmamıştı ama bu cevabın ufaktan kırıcı bir yanı da vardı. İçimden derin bir nefes alarak “Böyle eğlenceli bir mekânda çok üzgün duruyorsun, karşında kim olursa olsun soracağı ilk soru bu olurdu.” dedim. Adam viskiden bir yudum aldı ve gözlerini yine bana dikti. Resmen benden nefret edermiş gibi bakıyordu. Bu şekilde bir sonuca varamayacağımızın farkına vardım. Ama illaki bir derdi vardı ve bu derde ortak olmak istiyordum. Bir şekilde ortamı yumuşatıp asıl olan biteni öğrenmem gerekiyordu.
“Bu mekanı ben insanlar mutlu olup eğlensinler diye açtım. Burada onlarca insan eğlenirken eğer sen mutsuzsan demek ki ben istediğim sonucu alamamışım. Bu yüzden bir arkadaş gibi seninle sohbet edip derdini dinlemek isterim. Eğer elimden gelen bir şey olursa da de derdine bir çare bulmak için ne gerekiyorsa yapmak istiyorum.”
Sanırım yaptığım konuşma etkili olmuştu. Adam başını ağır ağır kaldırdı ve bana baktı. “Bugün benim doğum günüm. O kadar başka bir şey yok.” dedi. Doğum günü olan birinin bu derece üzgün olmasının illaki mantıklı bir açıklaması vardır diye düşündüm. Bu mantıklı açıklamayı her ne olursa olsun duymak istiyordum. “Mutlu yıllar diyeceğim ama çok mutsuz görünüyorsun.” dedim ve raftan bir bardak alıp kendime çok az viski doldurdum. “Evet. Ama kaç insan doğduğunda mutluydu ki?” dedi ve viskisinden bir yudum daha aldı, boş bardağı da masanın üzerine vurdu ve devam etti. “Dünyadan bir haber doğduk. Hangi gün doğmak istediğimizi kimse sormadı. Nasıl yaşayacağımızı, hangi gün öleceğimizi, kimlerin hayatımıza girmesini istediğimizi, kimlerin hayatımızdan çıkmasını istediğimizi… Kimse bunları sormadı, hep kabullendik. Hep kader kısmet dedik. Baht ya da yazı dedik. Ben hayatımın bu şekilde yazılmasını istemedim. Çok güzel bir hayatım oldu kabul ediyorum. Ama her güzel filmin sonu kötü bitmeyebilir. Ama benim filmimin sonu kötü bitti. Böyle olsun istemezdim.” dedi ve tekrar pastaya odaklandı. Bu sırada bende çok beklemeden bardağı tekrar doldurdum ve sessizlikten sonra konuşma sırasının bende olduğunu anladım.
“Ben doğum günü kutlamalarını o tarihte doğulduğu için yapıldığını düşünmüyorum ama. O tarihe kadar yaşayabildiğin için bence böyle bir kutlama yapıyor insanlar. “Bir seneyi daha geride bıraktın.” cümlesi de bence benim bu söylediğimi doğruluyor.”
Bu sözlerimden sonra adamın suratı biraz ekşidi. Bardaktaki tüm viskiyi tek seferde kafasına dikti ve bardağı sert bir şekilde masaya vurdu. “Herkesin kendine göre bir anlayışı vardır. Bu konuyu da fazla uzatmanın bir anlamı yok. Viski için teşekkürler.” dedi ve cebinden elli lira çıkarıp masanın üzerine koydu. Ceketini de alıp ayağa kalktı. Bende anlamsız bir şekilde adamın gitmesini engellemek için kolunu tuttum. Bu hamleme adamda çok şaşırmış olacak ki “Sen kimsin ki bana dokunuyorsun lan!” dercesine gözlerimin içine baktı. Elim halen daha adamın kolunu tutuyordu. Elimi yavaş yavaş çektim ve çok geçmeden adam ceketini masaya koyup tekrar yerine oturdu ve hemen lafa girdi.
“Bu mekânın sahibisin, eyvallah. Viski ısmarlıyorsun ona da eyvallah. Ama sırf bunları yapıyorsun diye sana derdimi tasamı anlatmak zorunda değilim.”
“Hayır, hayır yanlış anlama beni. Dediğim gibi burada mutsuz birini görünce, mutlu olması için elimden geleni yaparım. Bunun içinde sohbet etmeye çalışırım. Bu sohbet isteğimi karşılıksız bırakmazsan sevinirim. Tek derdim bu. Anlatmak istersen seve seve dinlerim. Anlatmayıp bu şekilde gecene devam etmek istersen de buyur bir şişe viskin var. Afiyet olsun.” dedim ve viski şişesini önüne doğru sürükledim.
Derin bir of çekerek elini saçlarında gezdirdi. Etrafa baktı, pastaya baktı ve bana baktı. İki eli ile masadan destek alarak bana doğru yaklaştı ve anlatmaya başladı.
“Bak, ben sürprizlerden nefret eden bir insanım. Benim on dokuz yaşında bir kızım vardı ve benim kızım bunu bildiği halde her doğum günümde böyle ufak bir pasta alırdı ve üzerine bir tane mum koyup bana getirirdi. Gizli saklı doğum günümü kutlardık. Kızımın sayesinde ben böyle sevdim doğum günlerimi, hep böyle geçsin istedim. Bugün onsuz geçirdiğim ilk doğum günüm. Onun yokluğunda ben kendi pastamı alıp kendime bir sürpriz yaptım yani yapmaya çalıştım. Ama elimden gelen sadece bu, ancak bu kadar oluyor. Bir bar taburesinde, mutsuz bir şekilde, kalbimde yaşayan biricik kızım ile birlikte…”
Adam göz yaşlarını tutamadı. Eliyle akan yaşlarını toparladı ve son bir kez daha pastaya baktı. İçimden “Kızın şimdi nerede? Ne oldu?” demek geliyordu ama o cesareti kendimde göremiyordum. Sormak istediğim soruyu anlamış olacak ki anlatmaya devam etti.
“Bundan dört ay önce Ankara’da bir patlama olmuştu. İşte orada kaybettim kızımı.” dedi ve yutkundu. Bende birden aynı acıyı paylaştığım hissine kapıldım ve yutkundum. Diyecek hiçbir şeyim yoktu. Boğazıma dizildi çıkacak sözler, bulamıyorlardı çıkacak yolu. Karşımda öyle biri duruyordu ki, bu kişi tarifi imkansız bir acıyı resmen bana acı çekerek anlatmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sessizlik oldu ve daha sonra anlatmaya devam etti.
“Bana asıl koyan ne biliyor musun? Kızım bir gün önceden bana Ankara’ya gideceğini söylediğinde, orada ne yapacağını, neden gittiğini sordum. Bana kendinden emin bir şekilde “Özgürlüğümüzü kazanmaya baba.” dedi. Öyle net bir cevap aldım ki, o an gurur duydum kızımla. Gerçekten çok gurur duydum ve o an gözlerim doldu. Yolun açık olsun kızım, dedim. Ama ertesi gün öğrendim ki, kızımın ve orada bulunan onlarca insanın özgürlüğünü ölüm ile sonuçlanmış. Gururlanıp dolan gözlerim o gün hiçbir zaman dinmeyecek yaşlar akıttı. Ben kızım için yaşıyordum bu hayatta, yalnızca ona sahip çıkıp onu en iyi yerlere getirebilmek için. Ama şimdi...”
Bu sözlerden sonra benimde gözlerim dolar gibi oldu. Ne denirdi ki böyle bir durumda? Nasıl teselli edebilirdim karşımdaki insanı? Bir şişe viski ile mi? Siktir oradan!
Derin bir nefes aldım ve adamın omuzuna elimi koydum. “Kızın ve onunla aynı kaderi paylaşan insanlar sayesinde gerçekten bir gün hak edilen özgürlük kazanılacak. O günde bu dava uğruna yitip gidenler sayesinde bu noktaya gelindiği anılanacak. Bu seni ve diğer aileleri tatmin eder mi bilmiyorum ama bu gurur ile her zaman ayakta durulabileceği inancındayım.”
Adam, çaresiz bir şekilde hiçbir şey söylemeden, mumu üfledi ve ceketini alıp mekandan çıktı. Arkasından söyleyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Resmen dilim tutulmuştu. Adamın arkasından bakarken Engin yanıma geldi. Pastaya ve viski bardaklarına baktı. “Hayırdır abi, kimdi o?” dedi. Bir anda cevap veremedim. Daha sonra Engin omuzuma dokundu, “İyi misin abi?” dedi. “İyiyim iyi, sorun yok.” diyerek gülümsedim. Etrafıma doğru baktığımda ise elleri havada eğlenen insanları görmek beni bir nebze rahatlatıyordu. Sahneden doğru yansıyan ışıklar sayesinde insanların suratındaki mutluluğu görebiliyordum.
Güzel geçirilen zamanların kıymeti bilinmeli, yoksa bir anda yitip giden hayatında imkanın olup da yapmadığın şeyler aklına gelir. Bunun için yaşayacağın pişmanlık kadar beter bir şey yoktur.
İşte böyle boka sarıyordu bazı şeyler. Bir insanın derdine ortak olmak isteyip derdini dinledikten sonra, konunun ucu çıkmaz bir sokağa giriyor. İşte o an ne diyeceğini bilemiyor insan, cesaret edemiyor daha fazla ileriye gitmeye. Kendim dahil önüme çıkan herkesten özür dilemek istiyorum. Özür dilerim, bugün size karşı gülümseyememeğim. Özür dilerim, eğlencenize ortak olamayacağım. Ama yarın olur. Yarın gülümseyip eğlenebiliriz. Ne de olsa bu hayatta yaşanılan acılar genellikle yirmi dört saat sürüyor. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliriz. Ama hakkımızı da yemeyelim. Üzerinden bir yıl geçtikten sonrada bazı acılar hatırlanıyor.