Tarihimizi göz önüne getirelim. İnsan kendi tarihiyle, kendisi arasında muhteşem bir ahenk sergilemek ister.
Şimdi tarihimize dönelim: Osmanlının kuruluş aşamasında halk olan tebaa ile devlet arasında muhteşem bir uyum ve muhteşem bir ahenk vardı. Hedeflerle ilim ve hatta din ile devleti arasında nizamın tatlı şarkılar mırıldanıyordu. İstanbul dünyanın merkeziydi, İstanbul’da yaşayan insanlar dünyanın şerefiydi. Bu inanç sarsıldığı gün devletle halk arasındaki mehter marşının notaları birbirine karıştı. Mehter marşı, bu halkı uyanık tuttuğundan şüphe edilmeye başlandı. Osmanlı paşaları; İstanbul ile İstanbul’u düşünen aydınların dünyayı düşünen görüşleri arasındaki büyük nispetsizliği bir karanlık olarak görmedi. Zaman değişiyordu. Değişen zaman’la gelişmenin icat ettiği silahların keşfi zaten bu ahengi bozmaya yetebiliyordu. Ahenk bozulunca kendi kendilerini zayıf ve zayıflığın aksi düşmanlarını kuvvetlendirdi. On dokuzuncu yüz yılda gelişen Avrupa düzenlediği kanunlarla dünyayı idare edebileceğine inandı. Tarih de; gittikçe daha ileri, daha mükemmel merhalelere sürükleyen Avrupa’nın kanunu oldu. Aramızda uçurumlar oluştu. Arada uçurum varsa çok geçmeden kapanacaktır, dediler. 1800’den 2015 a kadar İstanbul ve Ankara’da hakim olan inanç budur. Ama taklit ettiğimiz Avrupa’nın tecrübelerini bile kendi tecrübelerimize taklit diye ekleyemiyorduk. Yani taklit olanı bile yapamadık. Taklit ettiklerimizin üstünlüğü ilmi zihniyetlerinden çok birliktelik ve tecrübeler yığınından geliyordu. Aynı taklitle kendimizi incelersek görürüz ki, biz hiçbir zaman birliktelik kuramadık. Yani ahlaki, siyasi ve toplumsal düşünürümüzü dininden kopartamadığımız gibi kabullenmedik de. Ne biz düşünürümüze yaklaştık, ne de düşünürümüzü kendimize yaklaştırıyorduk. Bu olgu Tanzimat’la başlayıp, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günden beri kısır bir döngüde dönerken hep yöneticilerimiz halkına, halk da yöneticilerine düşman oldu. Ne yönetici onlara karşı saygılı oluyordu, ne de onlar yöneticilerine saygı besliyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri iki kutuptur ve iki kutup da birbirine düşmandır. Dinsizlik, Latin zihniyetiydi ama laiklik farklıydı ve laikliği öğrenemeyen yöneticilerimiz onu dinsizlik diye algıladılar. Laikliğin dinleri serbest bıraktığını görmediler. İslam dinini düşman ve laiklik zihniyetini bir üstünlük alameti olarak gördüler. İyi ama temsil ettikleri, yani kendi milleti bu zihniyetin yabancısıydı ve yabancısı olduğunu da benimseyemiyordu. Yani kendi zihniyetleriyle başka bir kavmin tahakkümü altına girmiyorlardı. Kendi milletinin zihniyetini kabul etmeyen yönetenler de, onları o zihniyetleriyle kabullenmiyorlardı. Bu durum iki uçlu boklu değnekti.
Bunun acısını bu millet çekiyordu. Millet bir tarafta yöneticilerinin azarlamasına ve aşağılamasına kadar hor görülmekten kurtulamazken, diğer taraftan dininden ve dindarından vazgeçmiyordu.
Bu milleti; herhangi bir düşman kuvveti topraklarını ele geçirerek bitiremezdi ama yöneticilerinin kurdukları cumhuriyet ve demokrasi yalanıyla, millet kendi tarihini, san’a tını ve istikbalini kaybetti.
Sort: Trending